22 Aralık 2010 Çarşamba
Kaliteli Film Önerileri
http://www.facebook.com/Kaliteli.film.onerileri
30 Kasım 2010 Salı
KİTAP KRİTİK: Film Kulübü – David Gilmour
Bir baba, lise çağındaki oğlunun okula karşı ilgisizliğinden ve derslerindeki başarısızlığından oldukça endişelildir. Bir gün oğluyla bir anlaşma yapar: Bundan böyle okula gitmesi veya bir işe girip çalışması gerekmemektedir. Sadece kendisiyle birlikte haftada üç film seyeredecektir.
Son zamanlarda okuduğum en keyifli kitap. (O kadar ki iki gecede bitirdim.) Elbette bu kitabı sadece sinema tutkunlarına tavsiye ediyorum. İzlediğiniz bir filmle ilgili yapılan muhabbet yüzünüzde bir tebessümün oluşmasını sağlıyor. Bazı sevdiğiniz filmlerle ilgili bilmediğiniz şeyler öğrendiğiniz gibi bahsedilen bazı filmleri de izleyesiniz geliyor. Elbette kitap tamamıyla film muhabbetinden ibaret değil. Bir baba ile oğul arasındaki sıra dışı ilişki etrafında şekilleniyor.
FİLM KRİTİK: Scott Pilgrim vs. the World (2010)
Scott Pilgrim isimli gencin yeni bir kız arkadaşı vardır. Ancak onunla beraberliğini sürdürebilmek için kızın yedi şeytani eski erkek arkadaşıyla savaşması gerekmektedir.
8 bit’lik bilgisayar oyunları havasında, enteresan bir komedi filmi. Filmin espri anlayışı hoşunuza giderse çok eğlenceli, gitmediği takdirde ise çok sıkıcı bulunacak bir film.
FİLM KRİTİK: I Saw the Devil (Akmareul Boattda) (2010)
Bir seri katilin kurbanlarından olan genç bir kızın nişanlısı, istihbarat teşkilatına ajandır. Ölen nişanlısının intikamını farklı bir yoldan alamabilmak için katilin peşine düşer.
Güney Kore’den bir başka intikam öyküsü.
FİLM KRİTİK: Yongseoneun Eupda (No Mercy) (2010)
Bir nehir kıyısında kolları ve bacakları bedeninden ayrılmış bir genç kız cesedi bulunur. Cinayetin aydınlatılması için ülkenin önde gelen adli tıp uzmanlarından birinden yardım istenir. Kısa sürede bir zanlı yakalanır ancak bu arada adli tıp uzmanının da kızı kaçırılır.
Güney Kore’den polisiye soslu bir intikam öyküsü.
DİZİ KRİTİK: Warehouse 13
Birbirinden pek de hoşlanmayan iki Gizli Servis ajanı, şehirden uzak, çölün ortasındaki bir depoya tayin edilirler. Yeni görevleri, doğaüstü güçleri bulunan, tehlikeli objeleri toplayarak bu depoda saklamaktır.
Eureka gibi hafif ve eğlencelik bir dizi. Hatta ikinci sezonun bir bölümünde Eureka ile yolları kesişiyor.
28 Ekim 2010 Perşembe
DİZİ KRİTİK: Paradox
Prometheus Innovation isimli uzay araştırmaları laboratuarından bir fizikçi polis merkezinden, iyi bir dedektif göndermelerini talep eder. Gönderilen dedektife bir dizi fotoğraf gösterir. Fotoğraflarda bir şiddet olayına ait olduğu izlenimi veren görütüler vardır. İşin ilginç yanı fotoğrafların bir önceki gece araştırma merkezinin uydusu tarafından gönderilmiş olması ve gönderilme anından yaklaşık 18 saat sonrasının tarihini taşıyor olmalarıdır. Fotoğrafların, gerçekleşecek bir terör olayıyla alakalı ipuçları içerdiğini düşünerek araştırmaya başlarlar.
İlgi çekici bir konu olduğunu kabul ediyorum ama dizinin menşei İngiltere olunca bir şeyler eksik kalıyor sanki. Bu dizide de durum bu. Enteresan mevzular gelişiyor ama tempo olması gerekirken tuhaf bir durgunluk, tutukluk hakim. İzlenebiliyor ama sahip olduğu heyecan potansiyelini yeterince iyi değerlendiremiyor.
Theodore Kittelsen
Theodore Severin Kittelsen Güney Norveç’te bir kıyı kasabası olan Kragerø’da 27 Mayıs 1857’de doğdu. Sekiz kardeşin ikincisiydi. 11 yaşındayken babasını kaybetti. Ailenin geçimini sağlayabilmek için bir saatçinin yanında çalışmaya başladı. O yaşta bile çizimleri çevresindekilerin taktirini toplamaktaydı. 17 yaşında yeteneğini fark
Sıla özlemi çektiği ve memleketinin doğasını özlediği için 1887’de arkadaşlarının da yardımıyla temelli olarak Norveç’e geri döndü. Bir süre kız kardeşi ve kayın biraderinin yanında kaldı. Kayın biraderinin dükkanının batmasından sonra Lofoten’deki Skomvær Deniz Feneri’ne bekçilik yapma işi için hep beraber oraya taşındılar. Skomvær’de geçirdiği iki yıl Kittelsen için oldukça verimli geçti. Burada yaptığı birkaç dizi çizim, kitap olarak yayımlandı: “Life on Narrow Means” (Fra Livet i de smaa Forholde, 1890), “From the Lofoten” (Fra Lofoten, 1890-1891) ve “The Sorcery” (Troldskab, 1892). Bunlar tamamı Kittelsen tarafından hazırlanan ilk kitaplardı. Ayrıca çizimleri için yazılar da hazırlıyordu ve bu konuda da yetenekliydi. Resimleri tabiattan olduğu kadar Norveç folklorundan ve efsanelerinden de beslenmekteydi.
1889’da Inga Christina Dahl isimli, kendinden on yaş genç bir kızla tanıştı. Birbirlerine aşık oldular ve birkaç ay sonra da evlendiler. Evlilikleri boyunca dokuz çocukları oldu.
Kittelsen Ailesi birkaç kez taşınmak zorunda kaldı. 1890’larda Kittelsen birkaç kitap yayınladı. İçlerinde en dikkat çekicisi “The Black Death” (Svartedauen) idi. Bu kitapta ressam Norveç’in Kara Ölüm denen veba salgınının pençesine düştüğü dönemi anlatmaktaydı. “Svartedauen”de hemen hemen tamamı Kittelsen tarafından yazılmış 15 şiir ve illüstrasyonlar yer alıyordu. Ana karakter olan Kara Ölüm’ü oluştururken Kittelsen sadece folklordan değil gerçek hayattan da ilham aldı. Evliliklerinin ilk aylarında oturdukları Skatey Kasabası’nda, yöre halkının ‘Veba’ lakabını taktığı, huysuz ve çirkin bir ihtiyar kadın tanımışlardı.
1893-1894 arası “Do Animals Have Soul?” (Hayvanların Ruhu Var mı?) (Har Dyrene Sjæl?) döneminde Kittelsen Satirik çizgisini sürdürdü. Kurbağaları, kuşları, böcekleri; partiler, düğünler, çocuk oyunları gibi alışılageldik insan etkinlikleri içinde resmetti. “Tiriril Tove” döneminde ise doğanın gizemlerine ağırlık verdi.
1911 tarihli “People and Trolls, Memories and Dreams” (İnsanlar ve Troller, Anılar ve Düşler) (Folk og Trold, minder og drømme) isimli kitabı aslında çocukluğu ile yetişkinliği arasındaki dönemi anlattığı bir otobiyografiydi. Yine bu dönemde folklor kolleksiyoncusu olan Peter Christen Asbjørnsen ve Jørgen Moe tarafından hazırlanan Norveç Halk Hikayeleri’nin (Norske Folkeeventyr) resimlemesini yaptı.
1908 yılında Norway Royal Order Saint Olaf Ödülü’ne layık görüldü.
Tüm bu yeteneğine ve başarılarına rağmen hayatının son yıllarını işsiz ve maddi sıkıntı içinde geçirdi. 1910’da yerel bir banka kredi talebini reddedince Lauvlia’daki evini satmak zorunda kaldı. Ailesiyle birlikte Oslo’nun kenar mahallelerinde ve Jeloja Kasabası’nda yaşadı. Hastalığı yüzünden yorgun düşse de son gününe dek çalışmayı sürdürdü 1914 yılında beş parasız olarak öldü.
Kittelsen’in tarzı Neo-Romantik akım ile Naif Resim arasında yer alır. Ülkesinde oldukça meşhur bir sanatçı olsa da her nedense uluslararası şöhrete kavuşamamıştır.
Yaşadığı dönemde ve sonrasında ulaşamadığı uluslararası üne ölümünden 80 yıl sonra Norveçli Black Metal oluşumu Burzum’un 1994 tarihli Hvis Lyset Tar Oss albümünün kapak resmi olarak Svartedauen’deki çizimlerden biri olan Fattigmannen’i kullanmasıyla kavuşmuştur. Ayrıca albümün kitapçığında sanatçının Mustad ve Pesta i trappen isimli resimleri yer almaktadır. Varg Vikernes’in bu resimleri kullanmasının sebebinin Kittelsen’in Norveçli olması ve resimlerini çok seviyor olmasının yanı sıra icra ettiği müziğin soğuk ve karanlık atmosferini en iyi sanatçının resimlerinin ifade etmesi olduğunu düşünüyorum. Aynı zamanda 1996 tarihli Filosofem albümünün kapağında da yine Kittelsen’in Op Under Fjeldet Toner en Lur adlı resmi kullanılmıştır.
26 Ekim 2010 Salı
FİLM KRİTİK: O Homem Que Copiava (The Man Who Copied) (2003)
Andre bir kırtasiyede fotokopici olarak çalışan bir gençtir. Annesiyle birlikte yaşamakta, kıt kanaat geçinebilmektedirler. Andre’nin iki hobisi vardır: Çizim yapmak ve geceleri dürbünüyle komşuları gözetlemek. Bu gözetlemeleri sırasında denk geldiği, kendi yaşlarında bir kızdan çok hoşlanır ve sürekli onu izlemeye başlar. Günün birinde kızı çalıştığı yere kadar takip eder ve bir yolunu bulup tanışır. Artık daha fazla paraya ihtiyaç duymaktadır ve bunun için planlar yapmaya başlar.
Bunca zamandır nasıl olduysa gözümden kaçmış, oldukça keyifli bir film. Fazla değilse de hafiften City of God’ı andırıyor. Sıkılmadan izleneceğini garanti ediyorum.
DİZİ KRİTİK: Haven
İşine son derece bağlı ve işini son derece iyi yapan FBI ajanı Audrey Parker kaçak bir mahkumun peşine düşmek için Haven isimli kasabaya gider. Aradığı mahkum ölü olarak bulunmuştur. Olayın detaylarını araştırmak için bir süre bu ufak kasabada kalmaya karar verir. Burada vakit geçirdikçe, sessiz sakin görünen bu küçük kasabanın bir takım gariplikleri olduğunu keşfeder. Annesi ve babasını hiç tanımamış, yetimhanede büyümüş olan genç kadın burada aynı zamanda geçmişiyle ilgili ipuçları bulabileceğini de düşünmektedir.
Dizi, Stephen King’in romanından uyarlanmış olmasıyla ilgimi çekti. Ancak birkaç bölüm izledikten sonraki fikrim bolca klişeyle dolu, olayların-gizemlerin kolayca çözüldüğü, son derece vasat bir dizi olduğuydu. Ancak Supernatural vakasında olduğu gibi zamanla kendini bulabileceğini düşünerek biraz daha izlemeye karar verdim. Böylece zaten toplamda 13 bölüm olan dizinin ilk sezonunun yarısını geçmiş bulundum. Evet, ilerledikçe olaylar biraz daha enteresanlaşıyor ama vasatlık aynen devam ediyor. Son birkaç bölüm daha bir hoşlaşıyor ve izleyenin suratına tokat gibi patlayan bir sezon finali yapıyor. Önümüzdeki sezonu (çekilirse) sırf bu final yüzünden izleyebilirim. Ancak dediğim gibi, sezonun neredeyse tamamı yerlerde sürünür nitelikte. Bu yüzden tavsiyede bulunup bulunmamak konusunda kararsızım.
11 Ekim 2010 Pazartesi
FİLM KRİTİK: Black Death (2010)
Kara ölüm olarak bilinen vebanın hüküm sürdüğü Ortaçağ İngilteresi’ndeyiz. Salgın yüzünden her gün onlarca insan ölmekte ve cesetleri yakılmaktadır. Bir manastıra bir grup asker çıkagelir. Civardaki ormanın içlerinde bulunan bir köyle ilgili söylentileri araştırmak için geldiklerini, kendilerine rehberlik edecek bir rahip aradıklarını söylerler. Manastırın en genç rahibi bu görev için gönüllü olur.
Sürpriz biçimde güzel bir film. Oyunculuk başarılı, hikayesi ilgi uyandırıcı, görselliği, karanlık atmosferi çok hoş. Zaten eski dönemlerde geçen, kılıç şakırtılı filmlere özel bir ilgim vardır. Filmin tek beğenmediğim yönü, gereksiz olarak kullanıldığını düşündüğüm titreyen-sallanan kameralı sahneler. Bunun dışında keyifle izlendiğini söyleyebilirim.
FİLM KRİTİK: Jonah Hex (2010)
Jonah Hex, karısı ve oğlu eski komutanı tarafından katledilmiş, Amerikan İç Savaşı kahramanı, eski bir askerdir. Yaşadığı bu trajediden sonra ödül avcılığına başlamıştır. Ayrıca ölülerle konuşabilme yeteneğine sahiptir. Günün birinde Amerikan Hükümeti tarafından, büyük çaplı terörist bir eylemi engellemesi için tutulur.
Ülkemizde pek bilinmese de Jonah Hex aslında bir çizgi roman karakteri. Hiç okumadığım –hatta yakın bir zamana dek haberdar dahi olmadığım için- aslına uygun bir uyarlama olup olmadığı konusuna değinemeyeceğim. Ancak şunu söyleyebilirim ki beklediğim gibi kötü bir film değildi. Hele de IMDB’de aldığı 4.4 gibi bir puanı hiç hak etmiyor. Evet, böyle bir hikaye, böyle sağlam bir oyuncu kadrosuyla daha iyi bir iş çıkarılabilirdi ama söylendiği gibi berbat bir film de değil. Ancak beklentiniz çok da yükselmesin; sadece keyifli bir seyirlik, o kadar. Filmin atmosferi, görselliği gayet başarılı. İkinci yarısında tempo artıp hikaye biraz yavanlaşsa da sıkmadan izletiyor kendini.
FİLM KRİTİK: Predators (2010)
Bir grup profesyonel asker vahşi bir ormanda gözlerini açarlar. Dünyanın çeşitli yerlerinden gelme bu askerler ne birbirlerini tanımakta, ne nerede olduklarını bilmekte, ne de oraya nasıl getirildiklerini hatırlamaktadırlar. Önce birbirleriyle çatışsalar da bu vahşi ve bilinmeyen coğrafyada hayatta kalabilmek için birlikte hareket etmeleri gerektiğini anlarlar.
1987 yapımı ilk Predator filminden sonra 1990’da ikincisi çekilmişti. Aradan geçen 20 yıldan sonra (Alien vs Predator’ları saymazsak) beklenen devam filmi geldi. Öncelikle ilk filmdeki gibi olayların ormanda geçiyor olması, karakterlerin yine asker olması artı puan. Oldukça klişeleşmiş olaylar, diyaloglar, mevzular olsa da sonuçta bir aksiyon filmi; öncülü gibi türe bir yenilik katmasını beklemiyoruz. Bir devam filmi olarak tatmin edici derecede. Aksiyon abartıya kaçmayan, makul bir dozda. Filmin en büyük dezavantajı başrolün Adrien Brody’e emanet edilmiş olması. İster istemez insanın “Piyasada aksiyon oyuncusu kıtlığı mı yaşanıyor?” diye sorası geliyor. Her ne kadar bu tip filmlerde sıkça izlemiş olsak da Vin Diesel, Jason Statham gibi bir oyuncuyu izlemek eminim daha keyifli olacaktı. O melül bakışlarıyla Brody karizmatik, sert, anti-kahraman tiplemesinde son derece sırıtmış. Hele ki boğuk bir ses tonuyla konuşması iyice yapmacık durmuş. Ayrıca ikinci filmdeki Alien göndermesi gibi bu filmde de öylesi bir gönderme, bir hoşluk, bir sürpriz görmeyi beklerdim doğrusu. İlk (iki) filmin hayranları için izlenmesi zorunlu.
FİLM KRİTİK: The Last Airbender (2010)
Dünyada dört farklı elementle özdeşleşmiş dört farklı ulus vardır: Hava, Su, Toprak ve Ateş. Bu halkların bükücüleri, bu elementlere hükmedebilmektedirler. Sadece Avatar dört elemente de hükmedip, halklar arası barışı korumaktadır. Ancak son Avatar yaklaşık yüz yıldır kayıptır. Bunu fırsat bilen Ateş Ulusu, diğer ülkeleri ele geçirmekte, bükücüleri tutuklamakatadır.
Kötü bir film bekliyordum ve gayet kötü bir film izledim. Film sanki yıllardır film çeken usta bir yönetmenin değil de ilk filmini çeken acemi bir yönetmenin elinden çıkmış gibi. Night Shayamalan son birkaç filminde, bir öncekinden daha kötü bir film çekmeyi başarıyor. Her bölümü 25 dakika olan 20 bölümlük bir sezondaki her şeyin 100 dakikaya sığdırılmasını beklemek abes olur ama film boyunca işlenen neredeyse her şey apar topar geçiştirilmiş. Karakterlerin tümü çizgi filmdeki derinliklerinden yoksun. Ne Sokka’nın saçma esprilerine ve sakarlıklarına şahit olabiliyoruz ne de Aang fırlamalıklarına. Hatta tam tersine Aang film boyunca son derece suratsız, neredeyse hiç gülmüyor. Kimi dövüş sahnelerinde hiç gereği yokken ağır çekim kullanılmış. Element bükerek gerçekleşen dövüş sahneleri son derece tutuk ve itici olmuş. Toprak bükücülerin köyünde gerçekleşen dövüş sahnesi ise acınası dercede komik. Sonuçta sadece bir uyarlama olarak değil film olarak da gayet kötü.
Tüm bu olumsuz eleştiriler ve gişe başarısızlığının ardından devamının çekilmesi şüpheli. Bu yüzden filmi izlemeye niyetlenenlere –daha önceden izlemiş olsun olmasın- çizgi seriyi izlemelerini öneririm.
FİLM KRİTİK: Cargo (2009)
Dünyada hayat perişan bir halde sürmektedir. Yeterli paraya sahip şanslı insanlar Rhea isimli yaşanabilir durumdaki gezegene gitmektedirler. Laura isimli genç kadın da yeterli parayı toplayabilmek için yolculuğu yıllarca sürecek bir kargo gemisinin mürettebatına doktor olarak katılır. Yolculuğun büyük bir kısmı derin uykuda geçecek, vardiyası sadece birkaç ay sürecektir. Ancak vardiya döneminde gemide tuhaf bir takım olaylar gerçekleştiğini fark eder ve ekibin diğer üyelerini uyandırır.
Her ne kadar çoğunlukla ortaya çok orijinal fikirler çıkmasa da gezegenler arası uzun süreli göreve çıkan uzay gemisi temalı filmleri severim. Hemen hemen tümünde, yolculuğun bir aşamasında bir şeyler ters gitmeye başlar. Bu filmde de bu klişe tekrarlanıyor. Buna rağmen filmin ilk yarısı gayet akıcı ve gerilimli işliyor. Ancak ikinci yarıda aynı başarı yakalanamıyor ve film tökezlemeye başlıyor. Sonuçta ortalamanın üstüne çıkamayan bir film olduğunu söyleyebilirim.
KİTAP KRİTİK: Rüzgarsız Şehir – Cenk Eden
Gelecekteyiz. Son derece karanlık bir dünya tablosu. İnsanlar alt ve üst olarak iki sınıf olarak yaşamaktadır. Geliştirilen bir alet sayesinde insanlar istedikleri rüyaları görebilmektedirler. Ancak günün birinde ünlü bir VJ olan Ayça’yla ilgili rüyaları kiralayanlar birer birer öldürülmeye başlar. Bu cinayetleri polisin yanı sıra başka birileri de araştırmaktadır.
Hem bilim kurgu hem de polisiye olarak son derece başarılı, anlatımı oldukça kuvvetli, çok hoş ayrıntılarla süslenmiş ancak bugüne dek hak ettiği ilgiyi görememiş bir kitap. Bilim kurgu okurlarına da polisiye okurlarına da mutlaka okumalarını öneririm. Keşke tutsaydı da başka Kim Kessler maceraları okusaydık dedirtiyor.
27 Eylül 2010 Pazartesi
FİLM KRİTİK: Robin Hood (2010)
Sinemayla alakadar olan hemen herkes Robin Hood’dan haberdardır: Sherwood Ormanı’nda kendisi gibi kanun kaçağı arkadaşlarıyla yaşayan usta okçu zenginden çaldıklarını fakir halka dağıtmakta, aynı zamanda bölgedeki halka eziyet eden Nottingham Şerifi’ne (veya valisine) karşı mücadele etmektedir. Ana hatları bu şekilde olan bu İngiliz halk hikayesinin farklı versiyonlarında bazı ayrıntıları değişiyor olsa da temeli aynıdır.
Doğrusu Ridley Scott’ın, başrolünde Russel Crowe’un yer aldığı bir Robin Hood filmi çektiğini duyduğumda filmle ilgili hiçbir olumlu beklentim yoktu. Her ne kadar Ridley Scott Gladiator ile epik-tarihi film çekmek konusundaki maharetini ispatlamış olsa da Kingdom of Heaven gibi kötü değilse bile çok iyi de denemeyecek bir filmi var ortada. Bu yüzden beklentimi asgari düzeye indirerek başladım filmi izlemeye. Ancak karşıma hiç beklemediğim bir biçimde oldukça keyifli, akıcı ve başarılı bir yapım çıktı. Üstelik anlatılan bildiğimiz, klasik Robin Hood hikayesi de değil; Robin Hood’un neden kanun kaçağı olduğunun hikayesi. Filmin gereksiz bulduğum tek yönü Masonluk mevzuuna girmiş olması. Bunun dışında son derece keyifli bir seyirlik.
Aslan Yürekli lakaplı İngiltere Kralı Richard’ın Haçlı Ordusu’nda usta bir okçudur Robin. Ordu, başarısız geçen Haçlı Seferi’nden sonra yurda dönmektedir. Kral, Fransa’ya savaş ilan etmiş, savaş harcamalarını çıkartmak için dönüş yolunda karşısına çıkan kaleleri yağmalamaktadır. Ancak kralın başına gelen beklenmedik bir felaket sonucu olaylar da Robin ve silah arkadaşları için beklenmedik bir şekilde gelişir.
FİLM KRİTİK: 30 Days of Night: Dark Days (2010)
İlk filmde yaşanan olaylardan sonra hayatta kalmayı başaran Stella, eyalet eyalet gezerek Alaska’daki kasabasında gerçekte neler yaşandığını anlattığı konferanslar düzenlemektedir. Ancak dinleyicilerinden kimse kendisini dikkate almaz. Sonunda yolu kendisi gibi, sevdikleri vampirler tarafından öldürülmüş vampir avcılarıyla kesişir.
Devam filmlerinin nadiren iyi olduğunu bilmeme, karşıma kötü bir film çıkacağını tahmin etmeme rağmen, ilk filmi çok sevmiş olduğumdan merakıma yenik düştüm. 2007 yapımı ilk filmin konusunu son derece orijinal bulmuştum: 30 gün boyunca gecenin hüküm süreceği Alaska’daki bir kasabanın vampirlerin saldırısına uğraması. Üstelik vampirlerin de Twilight seven gençlerin ağzını açık bırakacak derecede vahşi bir biçimde resmedilmesi ayrıca hoşuma gitmişti. Fakat bu film ilkinin orijinalliğinin, gizemli ve ürkütücü atmosferinin yanına bile yaklaşamıyor. Video piyasası için üretilmiş, oldukça vasat, değil sahnelerini repliklerini dahi tahmin etmenin mümkün olduğu, klişelerle dolu bir film çıkmış ortaya. İzlemeyenlere ilk filmi izlemelerini öneririm. İlk filmi izleyenlerdenseniz, filmin uyarlandığı çizgi romanlara bir göz atın derim.
26 Eylül 2010 Pazar
FİLM KRİTİK: Frozen (2010)
İki erkek ve bir hatundan müteşekkil üç kişilik bir arkadaş grubu haftasonunu kayak yaparak geçirmek için dağa çıkarlar. Ancak hiç beklemedikleri bir biçimde teleferikte asılı kalırlar. Yardım edebilecek kendilerinden başka kimse yoktur. Ya oradan kurtulmanın bir yolunu bulacaklar ya da yardım gelmesi için günlerce bekleyeceklerdir.
Kısıtlı bir mekanda sınırlı sayıda kişiyle film çekmek, hele de gerilim filmi çekmek zor zenaattir. Ancak Frozen bu konuda gayet başarılı bir örnek olmuş. Gerilim hissini ve oradaki psikolojiyi oldukça iyi yansıtıyor. Nice zamandır izlediğim en iyi gerilim filmlerinden biri diyebilirim.
FİLM KRİTİK: Dom Zly (The Dark House) (2009)
Film Polonya’da iki zaman diliminde paralel olarak akar: 1- 1978: Zooteknisyen Edward Srodon karısının ani ölümü üzerine başka bir bölgeye tayinini ister. Yeni görev yerine giderken bindiği otobüsün bozulması sonucu kırsal bölgede bir eve sığınmak zorunda kalır. Evde yaşayan karı-koca ilk başta bu davetsiz misafirlerini şüphe ve tedirginlikle karşılarlar. 2- 1982: Askeri polis gücü cinayet işlenen bir evde cinayet soruşturması yürütmektedir. Ancak bu, sadece bir soruşturma olmanın ötesinde siyasi bir takım bağlantıları da içermektedir.
Hakkında övgü dolu yorumlar yapılmış olsa da pek bana hitap eden bir film değildi. Bağımsız film müptelalarının ilgisini çekebilecek bir yapım.
FİLM KRİTİK: The Legend Is Born: Ip Man (2010)
Daha önce Ip Man ve Ip Man 2 filmlerinde hayatının olgunluk dönemini izlemiş olduğumuz Ip Man’ın, bu filmde de çocukluğunu, gençliğini ve ilk eğitimini alışını görüyoruz. Ayrıca müstakbel eşiyle tanışmasına da şahit oluyoruz.
Bir film tuttu ya, illa suyu çıkarılacak. Artık Ip Man’ın oğlu, torunu, dedesi, vs şeklinde gider bu seri. Ancak beklediğim kadar kötü ve baştan savma bir film değildi. Hele ki ikinci film gibi bazı noktaların abartıya kaçtığı “film olsun, çamurdan olsun” mantığında değil. Kötü değilse de orijinal film gibi sağlam da değil tabii ki.
28 Ağustos 2010 Cumartesi
FİLM KRİTİK: The Last Winter (2006)
1986 yılında Alaska’da petrol çıkartmak için bir test kuyusu açılır. Ancak bu araştırmanın sonuçları hiçbir zaman açıklanmaz ve kuyu kapatılır. Bu olayın üzerinden 20 yıl geçtikten sonra, North isimli petrol şirketi ilk kuyuya yakın bir bölgede kendi kuyusunu açabilmek için izin almayı başarır. Gönderilen ilk ekip bazı araştırmalar yapmakla görevlidir. Petrol istasyonunun inşa edilebilmesi için getirilecek malzemeler, yapılacak buz yolları vasıtasıyla taşınacaktır. Fakat hava sıcaklığı, buzdan yolların yapılabilmesine imkan sağlamayacak denli sıcaktır. Elbette ki yaşanan tek tuhaflık bu değildir.
İlk bakışta The Thing’i anımsatsa da kendine has bir havası ve konusu var. Farklı bir gerilim hissi yaratmayı başarıyor. Ancak hikaye bazı yerlerde sarkmaya başlıyor ve akıcılığını yitiriyor, bir şeylerin eksik olduğu hissi uyandırıyor. Vasatın biraz üzerinde yer alan bir korku-gerilim filmi.
FİLM KRİTİK: Pistoleros (2007)
İki genç bir şehir efsanesi hakkında film yapmak istemektedirler. Yıllar önce birkaç soyguncu yüklü bir miktarda para çaldıkları bir soygun gerçekleştirmişlerdir. Soyguncular yakalanıp hapse atılmış, ancak paranın tamamı ele geçirilememiştir. Yaygın inanış, soygunculardan birinin parayı bir yere sakladığı yönündedir. Hapisten çıkan soyguncular paranın peşine düşerler.
Guy Ritchie tarzı, bol karakterli, işlerin yolunda gitmediği, soygun mevzulu bir film. Ancak onun ilk dönem filmleri kadar başarılı ve keyifli değil. Filme modern bir western havası hakim.
FİLM KRİTİK: Centurion (2010)
Neredeyse Avrupa’nın tamamını ve Ortadoğu’da Mısır’a, Doğu’da Karadeniz’e kadar olan toprakları ele geçiren Roma İmparatorluğu, Kuzey Britanya’da bir türlü ilerleyememektedir. Yerel halk olan Piktler, anlı şanlı Roma ordusunu, uyguladıkları gerilla taktikleri ile bozguna uğratmakta, ilerleyişlerini durdurmaktadır. Roma’nın Britanya valisi bu işi kökten çözmek için Piktler’in üzerine 9. Lejyon’u gönderir.
Filmi izlemeye başlamadan önce bir kez daha “işgalci olmasına rağmen haklı gösterilen taraf” olan bir film izleyeceğimi düşünüyordum. Her ne kadar mevzu Romalı lejyonerler tarafından gösterilse de tahmin ettiğim gibi “vahşi Piktler, kendilerine medeniyet getiren Roma’ya karşı çıkıyor” muhabbetleri yer almadı. Filmi izlerken yaklaşık iki bin yıl geçmesine rağmen “işgal eden-işgal edilen” temasında pek fazla bir şey değişmediğini görebiliyorsunuz. Keltler’in uzaktan akrabası olan Piktler’i özellikle uyguladıkları gerilla tarzı savaş teknikleriyle takdir ettim. Çok derinlikli, tekrar tekrar izlenecek bir film değil ancak eğlenecelik, hafif bir film olarak seyredilebilir.
Takeshi Miike
Günümüz sinemasının en kendine özgü, en yaratıcı, en tuhaf yönetmenlerinden birisi Takeshi Miike. “Japonya’nın David Lynch’i” sıfatı bile yetersiz kalacaktır kendisini tanımlamada. Sıra dışı filmlere aşina sinefillerin dahi yadırgadığı bir sinema diliyle çektiği, izleyicinin içine girmekte zorlandığı çok sayıda filmi var. Ve neredeseyse bizim izleme hızımıza yakın bir hızda çekmeye de devam ediyor.
Henüz kendisiyle tanışmamış olup da nereden başlayacağını bilemeyen veya bir iki filmini izleyip de diğer filmlerini merak eden izleyiciler için, seyretmiş olduğum filmlerinin kısa kısa tanıtımlarını topluca yapmak istedim.
Sukiyaki Western Django (2007)
Eski Japonya’da geçen bir western. Küçük bir kasabada, birbirleriyle savaş halinde olan iki klan aynı zamanda gizli bir hazinenin peşindedir. Derken kasabaya bir yabancı çıkagelir.
http://www.imdb.com/title/tt0906665/
One Missed Call (2003)
İnsanlar cep telefonlarından tuhaf mesajlar alıp ardından ölmeye başlarlar. Muhtemelen yönetmenin en vasat filmi. Japon ve Uzak Doğu korku filmlerinin en revaçta olduğu dönemde, muhtemelen ticari kaygılarla çekilmiş, türün tüm klişelerini içeren, sıradan bir korku filmi.
http://www.imdb.com/title/tt0366292/
Gozu (2003)
Genç bir mafya elemanına, akıl sağlığını yitiren, yine aynı gruba üye manevi ağabeyini infaz etme görevi verilir. Genç, kendisine verilen görevi yerine getiremez ve ağabey ortadan kaybolur. Yönetmenin şimdiye dek izlediklerim arasında en absürd ikinci filmi.
http://www.imdb.com/title/tt0361668/
Katakuri-ke no kofuku (The Happiness of Katakuris) (2001)
Katakuri ailesi şehir dışında bir pansiyon açar. İlk müşterileri intihar eder. Olayın duyulmasını istemedikleri için adamı bahçeye gömerler. İkinci müşterileri de sevgilisiyle kaçamak yapmaya gelen bir sumo güreşçisidir. Filmin aynı zamanda bir müzikal olduğunu da belirteyim.
http://www.imdb.com/title/tt0304262/
Ichi the Killer (2001)
Bir Yakuza lideri ortadan kaybolunca adamları da onu aramaya başlarlar. Bu araştırmanın başında da psikopat sıfatını sonuna dek hak eden, kayıp patronun sağ kolu vardır. İşi, başka bir Yakuza liderini kaçırıp işkence etmeye dek vardırır. Yönetmenin en çok bilinen filmlerinden biri, benimse ilk izlediğim Takeshi Miike filmi. Son derece sert, kanlı ve gore.
http://www.imdb.com/title/tt0296042/
Visitor Q (2001)
Tuhaf davranışları ve anormal seksüel eğilimleri olan bir aileye tanımadıkları bir misafir gelir. Film, izlediklerim arasında yönetmenin en absürd filmi. Ensest ve ölü sevicilik de dahil olmak üzere hemen her türlü cinsel sapkınlığa yer verilmiş. Film farklı okumalara açık. İsterseniz dejenere olan Japon aile yapısına bir eleştiri olarak alabilirsiniz veya türlü sıra dışılıkların yaşandığı Japon porno filmlerine bir eleştiri.
http://www.imdb.com/title/tt0290329/
Dead or Alive (1999)
Sıradan bir polis-mafya hikayesi olarak ilerleyen bir film. Polis dedektifinin, kızının ameliyatı için yüklü miktarda paraya ihtiyacı vardır. Film son dakikalarına kadar normal bir seyirde ilerliyor, en sonunda Takeshi Miike yine kendi filmi olduğunu belli ediyor.
http://www.imdb.com/title/tt0221111/
Audition (1999)
Orta yaşlı dul bir adam, yeniden evlenmeye karar verir. Ancak aklındaki gibi bir kadını nereden bulacaktır? Bir televizyon kanalında çalışan bir arkadaşı bir teklifte bulunur. Yeni bir program için seçmeler yapılacaktır. Görüşmelere kendisinin de gelmesini, bu şekilde istediği gibi bir kadın bulabileceğini söyler. Bu fikir adamın aklına yatar. Yönetmenin en sevdiğim filmi diyebilirim. Özellikle korku-gerilim seven herkese tavsiye ediyorum.