23 Mart 2011 Çarşamba

FİLM KRİTİK: Eden Lake (2008)

Genç bir çift olan Jenny ve Steve, baş başa romantik bir haftasonu geçirmek için göl kenarına giderler. İlk başta her şey güzel, ortam huzurludur. Derken beş-altı kişilik bir serseri grubu çıka gelir. Davranışları ve gürültüleriyle çifti rahatsız etseler de bir süre sonra çekip giderler. Ancak daha sonraki karşılaşmalarını bu kadar kazasız-belasız atlatmaları mümkün olmaz.

Uzun zamandır izlemek isteyip de bir türlü fırsat bulamadığım bir filmdi. Doğrusu ‘şiddet pornosu’ diye tanımladığımız türden, vasat bir film çıkacağını düşünüyordum. Ancak film klişe görünen hikâyesine rağmen sürükleyici ve gerilimli olmayı başarıyor. İzleyicinin sinirlerini gayet güzel geriyor. Şiddet, işkence ve kesme-biçme içeren gerilim filmlerinden rahatsız olmuyorsanız muhakkak izleyin.

http://www.imdb.com/title/tt1020530/

FİLM KRİTİK: Ao, le dernier Néandertal (Ao, the Last Neanderthal) (2010)

Ao, mağarada kabilesiyle birlikte yaşayan bir Neanderthal insanıdır. Bir gün avdan döndüğünde kadını ve bebeği de dâhil olmak üzere tüm kabilesinin, başka bir kabile tarafından katledildiğini görür. Bunun üzerine çocukken ayrı düştüğü ikiz kardeşini bulmaya karar verir ve yola çıkar. Yolda farklı insanlar ve kabilelerle karşılaşır.

Sinemada pek işlenmeyen bir dönem olduğu için ilkel çağlarda geçen filmlere karşı hep bir ilgim vardır. Bu film de sadece benim gibi bu tür filmlere ilgisi olanların izleyebileceği, geçtiği dönem dışında fazla bir çekiciliği olmayan, sıradan bir film.

http://www.imdb.com/title/tt1526578/

FİLM KRİTİK: Rubber (2010)

Canlı, kendi keninde yuvarlanarak hareket eden, telepatik güçleri olan bir lastik takıntı ettiği bir hatunun peşine takılır. Bir yandan da insanların beynini patlatarak cinayetler işler.

Yukarıda iki cümleyle bahsettiğim konusu, filmin anlamsızlığı hakkında yeterli bilgi veriyordur sanırım. Gerçekten de hayatımda izlediğim en gereksiz, en boş filmlerden biriydi. Deneysel ve farklı olmak demek, olayı saçmalık raddesine vardırmak demek değildir. Tamam, film kendi ciddiyetsizliğinin ve anlamsızlığının farkında. Buna daha en başta, sinema tarihinden örnekler vererek belirtiyor. Ama yine de bu, filmi katlanılabilir kılmıyor.

http://www.imdb.com/title/tt1612774/

19 Mart 2011 Cumartesi

FİLM KRİTİK: Vacancy (2007)

Araları limoni olan bir karı koca gecenin bir vakti, kestirme olsun diye bir tali yola saparlar ve arabaları bozulur. Arabalarını tamir ettirebilecekleri bir benzin istasyonu veya tamirhane ararlarken döküntü bir yol üstü oteline rastlarlar. Ortamı pek gözleri tutmasa da geceyi orada geçirmeye karar verirler. Kir pas içindeki odalarına çekildiklerinde önce yan odadaki gürültü yüzünden rahatsız olurlar. Ardından odalarındaki televiyonun üstünde buldukları video kasetleri izlediklerinde gerçek şiddet görüntüleriyle karşılaşırlar. Üstelik görüntüler kaldıkları odada çekilmiştir.

‘Karanlık bir kestirme yolda arabanın bozulması’ gibi klişe bir olayla başlamasına rağmen, beklenmedik derecede sürükleyici ve gerilimli bir film.

http://www.imdb.com/title/tt0452702/

FİLM KRİTİK: Season of the Witch (2010)

Behmen ve Felson yıllarını savaşarak geçirmiş iki Haçlı şövalyesidir. Günün birinde bu savaşların artık amacı dışına çıktığını fark ederek ordudan ayrılırlar. Avrupa’ya döndüklerinde her yeri veba salgının ele geçirdiğini görürler. Firari durumundaki iki kafadar kısa zamanda yakayı ele verirler. Kardinal bağışlanabilmeleri için kendilerine bir görev teklif eder: Cadılık suçuyla yakalanan genç bir kızın yargılanmak üzere, bir haftalık mesafedeki bir manastıra götürülmesi.

Gone in Sixty Seconds ve Swordfish gibi orta karar filmlerin yönetmeni Dominic Sena’dan bir orta karar film daha. Başrollerde Nicholas Cage ve Ron Pearlman yer alıyor. Tek sefer izlemelik, eğlencelik bir film.

http://www.imdb.com/title/tt0479997/

FİLM KRİTİK: Brutal Relax (2010)

Bir akıl sağlığı kurumunda sinir sorunları sebebiyle tedavi gören Bay Olivares taburcu edilir. Ancak doktoru kendisine bir tatile çıkıp iyice rahatlamasını tavsiye eder. Bu tavsiyeye uyar ve kumsala gider. Ancak denizden çıkan yaratıklar plajdakileri katletmeye başlarlar.

Tuhaf bir biçimde sevilen bir yapım olsa da benim zevkime ve komedi anlayışıma hitap etmedi. Bazı ‘gore’ efektler bir kısa filmden beklenmeyecek derecede başarılı. Bunun dışında ilgimi çeken bir şey olmadı. Muhtemelen önümüzdeki yıllarda bu karakterin maceralarını uzun metrajlı olarak izleme imkanı bulacağız. Kim bilir belki de Alien vs Predator veya Freddy vs Jason gibi bir de Mr. Oliveras vs Recep İvedik izleriz.

http://www.imdb.com/title/tt1806827/

KİTAP KRİTİK: Dünkü Türkiye Dizisi – Mustafa Necati Sepetçioğlu

Maalesef siyasi görüşleri yüzünden ülkemizin aydın(?) kesimi tarafından görmezden gelinmiş, sadece kısıtlı bir okuyucu kitlesi tarafından bilinen ve sevilen, bence ülkemizin yetiştirdiği en önemli yazarlardan biridir Mustafa Necati Sepetçioğlu.

12 kitaptan oluşan Dünkü Türkiye Dizisi, Türkler’in Anadolu’ya gelişiyle başlar, İstanbul’un fethiyle sona erer. Aslında bu seri dört adet üçlemeden oluşur. Selçuklu Devleti’nin gelişimini ve yıkılışını, Anadolu Selçuklu Devleti’ni, Beylikler Dönemi’ni, Osmanlı Devleti’nin kuruluşunu okuruz.

“Günümüzün Dede Korkutu” olarak anılan Sepetçioğlu’nun öyle bir üslubu var ki sanki o dönemde yaşamış, karakterlerin konuşmalarına şahit olmuş da öyle yazmış hissine kapılıyorsunuz. Tarih kitaplarında birer satır veya birer paragraf olarak okuduğumuz olayların aslında çok daha derinlikli olduğunu gösteriyor okuyucusuna. Hatta bu konuya karakterlerinden birinin ağzından da değiniyor.

Kimilerinin şuursuzca savunduğu ve toz kondurmamaya çalıştığı padişahları zaafları ve eksik yönleri de olan birer insan olarak anlatır. Sadece beyler, paşalar, padişahlar değildir anlattığı karakterler. Sıradan bir askeri, tüccarı, köylüyü, dervişi de anlatır. Türkler’in Anadolu’daki tarihleriyle birlikte, onlarla birlikte bu topraklara gelen tasavvuf felsefesini de öğreniriz.

Özellikle kendini yazar zanneden yeniyetmelerin okuyup akıcılık, gerçekçilik, kurgu, tasvir ve diyalog yazma konularında feyz almaları gerek.

Bu güne dek Tolkien’den, David Eddings’ten, Margeret Weis ile Tracy Hickman ikilisinden, R.A. Salvatore’den ve daha nice yazardan üçlemeler, beşlemeler, yedilemeler halinde nice fantastik kurgu romanı okudum. Ancak hiçbiri şu 12 kitaplık seriden aldığım keyfi vermeyi başaramadı. Kitap sayısı gözünüzü korkutmasın. Üstadın o muhteşem derecedeki akıcı anlatımı karşısında sayfalar sel oluyor, bir kitap en fazla birkaç günde bitiveriyor. En azından ilk kitabı denemenizi kesinlikle tavsiye ediyorum. Çünkü gerisini de getireceğinizi biliyorum.

Kitap sıralaması: Kilit, Anahtar, Kapı, Konak, Çatı, Üçler Yediler Kırklar, Bu Atlı Geçide Gider, Geçitteki Ülke, Darağacı, Ebemkuşağı, Sabır, Gündönümü

14 Mart 2011 Pazartesi

FİLM KRİTİK: Interstate 60: Episodes of the Road (2002)

22 yaşındaki Neal Oliver hayat hakkında kafası biraz karışık ve cevaplar arayan bir gençtir. Babası hukuk fakültesine giderek kendisi gibi avukat olmasını isterken, kendi yüreğinde yatan aslan ise ressamlıktır. Derken doğum gününde pastanın mumlarını üflerken bir dilek tutar. Ve çoğu insanınkinden farklı olan bu dileği gerçek olur. Bu noktadan sonra karşısına oldukça enteresan şeyler çıkmaya başlar: Reklâm panolarındaki rüyalarının kızı, sorularına cevap veren bilardo topu, aslında var olmayan bir otoban ve otobanda rastlayacağı birbirinden renkli kişiler.

Evvelden Back to the Future’un senaristliğini yapmış Bob Gale’in ilk uzun metrajlı filmi. Yan rollerde Gary Oldman, Michael J. Fox, Christopher Lloyd, Kurt Russel gibi isimler yer alıyor. Hayata dair küçük mesajlar da veren, oldukça keyifli bir film.

http://www.imdb.com/title/tt0165832/

FİLM KRİTİK: Nokas (2010)

Gerçek bir olaydan uyarlanan film, Norveç’in Stavenger şehrindeki Nokas isimli bankanın 2004 yılında soyulmasını anlatıyor. 11 kişilik profesyonel bir soyguncu ekibi, SWAT timi kılığında, en ince ayrıntısına dek düşünülmüş bir planla bankayı soymaya girişirler.

Banka soygunu konulu filmler ilgimi çekmiştir hep. Güzel, zekice bir banka soygunu filmi izlemenin keyfi bambaşkadır. Ancak bu filmde eksik kalan bir şeyler var. Filmi bir belgesel izler gibi izliyorsunuz. Filmin içine girebilmeniz, olaylara dâhil oalbilmeniz, polis veya soygunculara kendinizi yakın hissetmeniz mümkün olmuyor. Bu yüzden oldukça vasat buldum.

http://www.imdb.com/title/tt1337366/

8 Mart 2011 Salı

FİLM KRİTİK: The Human Centipede (First Sequence) (2009)

Avrupa gezisinde olan iki Amerikalı hatun, Almanya’da gece vakti bir partiye giderken yabancısı oldukları yollarda kaybolurlar. Üstüne bir de arabaları bozulunca, yardım çağırabilecekleri bir yer bulma umuduyla ormana dalarlar. Tam ümitleri tükenmişken bir villaya rastlarlar. Kendilerini içeri davet eden ev sahibi, Siyam ikizlerini birbirinden ayrıma konusunda dünya çapında ün sahibi eski bir cerrahtır. O andan itibaren kızlar, doktorun yeni deneyinde kobay olacaklardır.

‘Şiddet pornosu’ diye tabir ettiğimiz, özellikle son yıllarda arttığını gördüğümüz, izleyeni rahatsız edecek şekilde kesme-biçme ve yara gösteren filmlerden bir yenisi. Çoğunlukla Avrupa menşeli olan ve ‘gore’ sahnelere bolca yer veren bu filmler genellikle, izleyiciyi iğrendirme, içini kaldırma, rahatsız etme bakımından ne kadar ileri gidilebileceğinin birer denemesi gibi görünüyorlar. Filmin adı aslında konusuyla ilgili bariz bir ipucu veriyor. İlk bakışta ilginç gibi görülse de vasat bir film olmaktan öteye gidemiyor. Film tek güzel yanı, Dr. Heiter rolüyle gayet başarılı bir deli bilim adamı tiplemesi ortaya koyan Dieter Laser. Hassas izleyicilerin fersahlarca uzak durması gereken filmlerden.

http://www.imdb.com/title/tt1467304/

5 Mart 2011 Cumartesi

FİLM KRİTİK: Vanishing on 7th Street (2010)

Detroit’te büyük bir elektrik kesintisi yaşanır ve insanların neredeyse tamamı, arkalarında giysilerini dahi bırakarak ortadan yok olurlar. Ortadan kaybolmamak için ışıkta kalmak gerektiğini anlayan ve böylece hayatta kalmayı başaran birkaç kişi bir barda bir araya gelirler. Birlikte tüm bu yaşananları anlamaya, hayatta kalmaya ve kurtulmaya çabalarlar.

Ortalamanın üstünde bir korku-gerilim filmi olan Session 9 ile ilgi çeken, 2004 yapımı The Machinist ile tüm sinemaseverlere adını duyuran, son olarak da pek çok eleştirmen ve izleyici bayılsa da benim pek hoşlanmadığım Transsiberian’ı çeken Brad Anderson bu filmiyle tam anlamıyla çuvallamış. İlgi çekici bir konusu olsa da tempoyu korumayı başaramadığı için bir süre sonra sürükleyeciliğini kaybediyor. Sadece hikayesiyle değil, bazı sahneleriyle de fena halde Pitch Black’i anımsattı bana.

http://www.imdb.com/title/tt1452628/

FİLM KRİTİK: Kafka (1991)

Kafka bir sigorta şirketinde memurdur. İş arkadaşlarından birinin ölümü üzerine, arkadaşının dahil olduğu yeraltı örgütü ile temasa geçer.

Senaryosu ağırlıklı olarak Franz Kafka’nın Şato ve Dava romanlarından yola çıkılarak oluşturulmuş. Ayrıca Dönüşüm ve Köy Doktoru hikayelerine de atıf var. Kafka’nın hayatından bir kesit sunmak yerine, ‘Kafkaesk’ bir atmosferde bir tür Kafka öyküsü anlatılıyor. Steven Soderbergh’in bu ilk dönem filminde Kafka rolünü Jeremy Irons üstlenmiş. Film, David Cronenberg’in Naked Lunch’ını anımsattı. Bana bir şeyler eksik kalmış gibi geldi. Belki de Kafka’ya pek düşkün olmayışımdandır. Ancak yazarın hayranlarının ilgisini çekeceğini düşünüyorum.

http://www.imdb.com/title/tt0102181/

ALBÜM KRİTİK: Unreal Overflows – Architecture of Incomprehension (2006)

Metal müzik konusunda çok da üretken bir memleket sayılamayacak olan İspanya’dan Melodik Progressive Death Metal. Sound, Death’in son dönemi ile İsveç Goteborg soundu’ndan büyük etikler taşıyor. Kimi şarkılarda caz etkileri de hafiften kendini hissettiriyor. Oldukça iyi bir albüm olduğunu düşünüyorum zira son birkaç gündür neredeyse devamlı dinliyorum. Ancak gençlerin bariz hissedilen Death etkisinden kurtulup daha kendilerine has bir sound elde etmeleri gerek. Çünkü kimi parçaların kimi melodileri Symbolic ve Indvidual Thought Patterns’daki bazı şarkıları fazlasıyla anımsatıyor. Techninal ve Progressive Death Metal dinleyenlere, Death’i özleyenlere tavsiye ederim.

http://www.metal-archives.com/release.php?id=121130