22 Temmuz 2011 Cuma
30 Haziran 2011 Perşembe
25 Haziran 2011 Cumartesi
FİLM KRİTİK: Insidious (2010)
Üç çocuklu genç bir çift yeni bir eve taşınır. Kısa bir süre sonra çocuklarından biri, doktorların açıklayamadığı bir koma durumuna girer. Bununla birlikte yeni evlerinde de tuhaf olaylar yaşanmaktadır. Genç kadın evin hayaletli olduğunu düşünmeye başlar ve başka bir eve taşınmaları gerektiğini söyler.
Konusuna bakınca sıradan bir tekinsiz ev hikâyesi gibi görünüyor. Evet, konu bakımından fazla orijinal olduğunu söyleyemem ancak son dönemde izlediğim en iyi korku filmlerinden biriydi. Film etkili atmosferiyle izleyiciyi germeyi başarıyor. Yönetmen koltuğunda Saw, Dead Silence, Death Sentence filmleriyle tanıdığımız James Wan oturuyor. Her ne kadar Hollywood korku klişelerinden olan ani ses efektiyle seyirciyi yerinden zıplatma durumu söz konusu olsa da genel olarak ortalamanın üzerinde bir korku filmi olduğu söylenebilir. Ancak tabii ki bir başyapıt da beklememek gerek.
21 Haziran 2011 Salı
FİLM KRİTİK: Sucker Punch (2011)
Genç bir kız annesinin ölümünden sonra üvey babasıyla arasında geçen bir arbede esnasında kız kardeşinin ölümüne sebep olur. Ölen karısının kızlarına bıraktığı tüm mal varlığına konmak isteyen üvey baba bunu fırsat bilerek kızı akıl hastanesine kapatır.
300 ve Watchmen filmleriyle gönlümüzde apayrı bir yeri olan yönetmen Zack Snyder maalesef yeni filmiyle fena halde çuvallamış. Yine çizgi romansı bir estetiğin benimsendiği filmde aksiyon ve görsellik ön plana çıkarken yönetmen konu ve karakter derinliğini ihmal etmiş. Sonuçta ortaya tatsız bir ürün çıkmış. Filmin dikkat çekici bir diğer yönü ise müzikleri. Aksiyon sahnelerine The Beatles, Björk, Queen, Eurythmics, Jefferson Airplane, Iggy Pop gibi isimlerin efsane şarkıları yeni yorumlarıyla eşlik etmiş. Ancak bu bile, izlediği filmde abartılı görsellik ve aksiyon dışında bir şey aramayanlardan başkasının sevebileceği bir film olmasına yetmemiş.
FİLM KRİTİK: The Eagle (2011)
Genç bir Roma Ordusu subayı olan Marcus Aquila, Britanya’da bir sınır karakolunun komutanı olarak görevlendirilir. Genç asker aynı zamanda yıllar önce Kuzey Britanya’da kaybolan 9. Lejyon’un komutanı olan yüzbaşının da oğludur. Kutsal Roma Kartalı’nın da lejyonla birlikte kaybolması yüzünden ailesinin adı lekelenmiştir. Marcus Aquila da özellikle tayinini istediği bu bölgede göstereceği başarılarla bu lekeyi silmeye niyetlidir.
Geçen yıl izlediğimiz 9. Lejyon’un hikâyesini anlatan Centurion’un bir nevi devamı niteliğinde. Roma dönemine ve özellikle Britanya’nın fethine özel bir ilgi duyduğum için izlediğim film oldukça vasattı. Özellikle başrol oyuncusu gayet yapay bir oyunculuk sergiliyordu. Savaş ve dövüş sahneleri fena değildi. Filmin tek güzel yanı müzikleri (Özellikle orijinalinin eski bir Kelt türküsü olduğunu tahmin ettiğim Edge of the World isimli şarkıyı muhakkak dinlemenizi tavsiye ederim) ve eşsiz doğa görüntüleriydi. Zaten Britanya kırsalını görüntülerken fazladan bir gayret harcamaya gerek yok. Ve tabii ki işgalci Roma medeni, işgale uğrayıp vatanını savunan insanlar barbar. Demek ki neymiş, binlerce yıl geçse de bir şey değişmiyor, tarih tekerrür ediyormuş.
Konuya ilgisi olmayanlar son derece sıkıcı bulacaktır muhtemelen. İzleyecekler ise beklentilerini en aşağı seviyede tutarak izledikleri takdirde keyif alabilirler.
16 Haziran 2011 Perşembe
FİLM KRİTİK: The Adjustment Bureau (2011)
Gelecek vaat eden genç politikacı David Norris, başarısızlığa uğradığı seçimlerin ardından bir kadınla tanışır. Her ikisi de birbirlerinden çok etkilenirler. İkinci karşılaşmalarında ise birbirlerine âşık olurlar. Ancak Norris ofisine gittiğinde, aslında görmemesi gereken tuhaf bir manzarayla karşılaşır. Ofisteki tüm insanlar donmuştur ve bir grup resmi görünümlü adam üzerlerinde bir takım işlemler yapmaktadır. Bu ajanlar genç politikacıya gördüklerinden kimseye bahsedemeyeceğini ve ayrıca yeni tanıştığı kadınla da bir daha görüşmemesi gerektiğini söylerler.
En sevdiğim bilim kurgu yazarlarından biri olan Philip K. Dick uzunca bir süredir sinema için verimli bir kaynak teşkil etmekte. Blade Runner, Total Recall, Minority Report gibi başarılı uyarlamaların yanı sıra Screamers, Impostor, A Scanner Darkly gibi vasat uyarlamalar da söz konusu.
The Adjustment Bureau da pek çok Dick uyarlaması gibi yazarın bir romanından değil de öyküsünden uyarlanmış. Adjustment Team adlı bu kısa hikâyenin ‘bir takım ajanların kadere ufak müdahalelerde bulunması’ fikri temel alınmış, gerisi ise yeniden yazılmış. Bu yeniden kurgulanma esnasında da içine mümkün olduğunca Hollywood tarzı aşk öyküsü katılmış.
İlk bakışta oldukça özgün ve merak uyandırıcı gibi görünen film, ‘tüm engellemelere rağmen birleşen âşıklar’ havasına büründükçe laçkalaşıyor. Dolayısıyla ne konu itibarıyla benzerlik taşıyan Dark City gibi iyi bir bilim kurgu olmayı, ne işlediği ‘değişken gerçeklik’ teması bakımından karşılaştırıldığı Inception gibi orijinal olmayı, ne de anlattığı fantastik aşk öyküsü açısından kıyaslandığı Eternal Sunshine of the Spotless Mind gibi güzel bir aşk hikâyesi olmayı başaramıyor. Başarısız Philip K. Dick uyarlamalarına bir halka daha eklenmiş oluyor sadece.
FİLM KRİTİK: The Boat That Rocked (2009)
“Hükümet olmanın en güzel yanı da bu işte. Bir şeyi beğenmezseniz, kolayca onu yasadışı yapacak yeni bir yasa çıkarabilirsiniz.”
1960’larda İngiltere’de BBC Radyosu günde sadece 45 dakika Pop müzik çalmaktadır. Ancak insanlar daha fazla Pop ve Rock’n Roll dinlemek istemektedirler. Bu sebeple günde 24 saat bu tarz müzik yayını yapan korsan radyolar ortaya çıkar. Yasalardaki bir boşluktan faydalanarak açık denizde demirlemiş gemilerden yayın yapan bu radyoların en meşhuru ise Radyo Rock’tır. Carl isimli genç de annesi tarafından, vaftiz babası Quentin’in sahibi olduğu bu radyo istasyonunun yayın yaptığı gemiye gönderilir. Bu esnada İngiliz Hükümeti de korsan radyoları ortadan kaldırmanın yollarını aramaktadır.
Her ne kadar bahsi geçen müzik türü tam olarak bana hitap etmese de keyifli bir film. Özellikle 60’ların İngiliz müziğini sevenlerin bayılacağı ve daha eğlenceli bulacağı bir dönem komedisi.
Bilmediği, anlayamadığı, düşünebilmekten uzak zihninin idrak edemediği şeyleri yasaklama yoluna giden insanlardan oluşan hükümetlerin dün radyo istasyonlarını yasaklarken 45 yıl sonrasında interneti sansürlüyor olması da pek şaşırtıcı değil doğrusu.
FİLM KRİTİK: Phobia 2 (Ha Phraeng) (2009)
Beş farklı Taylandlı yönetmenin çektiği, konu itibarıyla birbirinden bağımsız beş öykünün anlatıldığı bir korku filmi antolojisi. Keşiş Adayı isimli ilk öykü, annesi ve üvey babası tarafından keşiş olması için Budist rahiplerin arasına bırakılan genç bir çocuğu anlatıyor. Koğuş adlı ikinci öyküde ise motorsiklet kazası geçiren bir yaralının, bitkisel hayatta olan bir hastanın odasına yerleştirilmesi işleniyor. Sırt Çantalı Gezginler ise Tayland’da otostop yaparak gezen Japon bir çiftin hikâyesi. Kaza yapmış lüks arabaları onartarak kazasız ikinci el arabaymış gibi satan galeri sahibi bir kadın ve küçük çocuğu dördüncü hikâye olan Hurda’da anlatılıyor. Korku-komedi türüne dâhil edilebilecek Final Sahnesi ise antolojinin en eğlenceli öyküsü.
Anlatılan hikâyeler her ne kadar oldukça klasik ve sonu tahmin edilebilir olsalar da izlemesi oldukça keyifli. Hemen hepsi de ortalama bir korku izleyicisini gerecek seviyede. Benim favorim ise oldukça eğlenceli olan son hikâye.
FİLM KRİTİK: Los Ojos de Julia (2010)
Geçirdiği bir göz hastalığı sebebiyle görme yeteneğini kaybeden Sara yalnız yaşadığı evinde intihar etmiş olarak bulunur. Polis de dâhil herkes kör kalmasına bağlı olarak geçirdiği depresyonun genç kadını bu sona sürüklediğini düşünmektedir. Ancak kız kardeşi Julia aynı fikirde değildir. Kardeşinin intihar etmeyip bir cinayete kurban gittiğini ispatlamak için araştırmaya girişir. Bir yandan da kardeşinin kör olmasına sabep olan hastalık, Julia’nın da görme yetisini yavaş yavaş yok etmektedir.
İspanyol korku-gerilim filmleri çoğunlukla belli bir seviyenin üzerine çıkmayı başarsalar da nedense kusursuz olmayı beceremiyorlar. Bu filmde de durum aynı. Hikâyesi gayet güzel ve orijinal, yönetmen gayet iyi, filmi neredeyse tek başına sırtlayan başrol oyuncusu çok başarılı, görüntü yönetimi ve kamera kullanımı çok güzel. Ancak film ara ara sendeliyor, sürükleyiciliğini yitiriyor gibi geldi bana. İki saate ulaşan süresi daha kısa tutulsa çok daha iyi olabileceği kanaatindeyim. Yine de eli yüzü düzgün, kendini izleten bir gerilim.
9 Haziran 2011 Perşembe
FİLM KRİTİK: Battle: Los Angeles (2011)
ABD’nin çeşitli sahil kentlerine meteorların düşeceği tespit edilir. Bu şehirlerde yaşayan halk, ordu tarafından tahliye edilir. Meteorların Dünya atmosferine girmesiyle birlikte, aslında meteor olmadıkları anlaşılır. Yere inmelerinin ardından bu cisimlerden uzaylı varlıklar çıkmaya ve etrafı yakıp yıkmaya başlarlar. Askeriyenin de bu duruma müdahale etmesi gecikmez.
Filmin bir yerinde, işgal hakkında televizyonda “Bir yere kaynakları için giderseniz yerli halkı yok edersiniz. Sömürgeleştirmenin kuralı budur.” şeklinde bir yorum yapılıyor. Sanırım Battle: Los Angeles, Skyline, vs gibi uzaylıların işgalini anlatan filmlerin ardında, Amerikan halkının bilinçaltında yatan ortak korku yer alıyor: “Ya yüzyıllar önce yerli halkını katlederek ele geçirdiğimiz bu topraklar aynı şekilde elimizden alınırsa?”
Doğrusu yakın zamanda izlediğim, aynı konuyu işleyen Skyline kadar kötü bir film bekliyordum. Ancak film fena değil. Elbette yine kahraman Amerikan ordusu ve askeri klişeleri diz boyu. İki saate yaklaşan süresi daha kısa tutulabilirdi. Bir de sert asker hatun rollerinde sürekli Michelle Rodriguez’i görmek kabak tadı vermeye başladı. Bunların dışında aksiyonu bol, çatışması bol, bu tür filmleri sevenlerin sıkılmadan izleyebileceği bir film.
FİLM KRİTİK: Zift (2008)
İşlemediği bir suç yüzünden hapse giren “Güve” lakaplı genç, 20 yıl sonra tahliye olur. İçeride geçirdiği süre boyunca dışarıda çok şey değişmiş, Bulgaristan Komünist rejime geçmiştir. Bu yeni dünyaya adapte olmaya fırsat bulamadan karıştığı suç yüzünden geçmişinden birileri peşine düşer.
Beklediğim ölçüde iyi bir film değildi, zira hakkında çok övgü duymuştum. Hikâyesi ilgi çekici olsa da belli bir noktadan sonra sürükleyiciliğini koruyamıyor. Başrol oyuncusu hariç oyunculuklar vasat ve vasatın altı seviyede. Film boyunca başkarakterin karşılaştığı kişlerin anlattığı hikâyeler bir yerden sonra esprisini yitiriyor ve gereksiz bir hâle geliyor. İzlemeye niyetiniz varsa beklentinizi azami seviyede tutarak izleyin.
FİLM KRİTİK: Immortal Beloved (1994)
Dâhi besteci Ludwig van Beethoven’ın ölümünün ardından akrabaları mirasını paylaşma derdine düşerler. Ancak ortaya çıkan gizli vasiyetnamesinyle tüm mal varlığını ‘ölümsüz aşkı’na bıraktığı anlaşılır. Üstadın en yakın arkadaşı Schindler, varlığından kimsenin haberdar olmadığı bu gizemli kadını aramaya başlar. Araştırmasını sürdürdükçe arkadaşının hayatıyla ilgili daha önce bilmediği ayrıntıları keşfeder.
Müzik konusunda bir deha olan Beethoven’ın en şaşırtıcı yanı, zamanla ağırlaşarak sağırlığa dönüşen işitme sorunu yüzünden bestelerinin çoğunu duymadan yapmış olmasıdır. Filmde de bu bestelerin en ünlülerini dinleyebiliyoruz. Özellikle Moonlight Sonata ve 9. Senfoni’nin yer aldığı sahneler oldukça etkileyici. Beethoven’ı canlandıran Gary Oldman performansının doruğunda. Hem bir dönem filmi, hem bir biyografi, hem de bir aşk filmi olarak oldukça başarılı.
FİLM KRİTİK: The Bounty (1984)
1787’de Kaptan Bligh komutasındaki İngiliz gemisi The Bounty, Tahiti’den alınacak ekmek ağacı fidelerini Jamaika’daki kolonilere götürme görevi ile deniz açılır. Zorlu bir yolculuktan sonra gemi ilk hedefine varır. Ancak yerli halk arasında geçirilen sürenin sonunda mürettebatın büyük bir kısmı oradaki rahat hayatı bırakıp geri dönmek konusunda isteksizdir. Kaptan Bligh sert tedbirler almak zorunda kalır. Sonunda, aynı zamanda Kaptan’ın yakın arkadaşı da olan İkinci Kaptan Fletcher’ın başında olduğu bir isyan patlak verir.
Gerçek olaylardan esinlenilmiş bu tarihi film Anthony Hopkins, Mel Gibson, Liam Neeson, Daniel Day-Lewis gibi etkileyici bir kadroya sahip. Ancak bu büyük oyuncuların hiçbiri filmin vasatlığını kurtarmaya yetmiyor. Süre ilerledikçe film sıkıcı bir hal alıyor. En hareketli-heyecanlı sahnelerde dahi bir ağırlık söz konusu.
24 Mayıs 2011 Salı
FİLM KRİTİK: The Rite (2011)
İlahiyat son sınıf öğrencisi Michael Kovak inancıyla ilgili bir takım şüpheler yaşamaktadır. Bir rahip olmak istediğinden emin değildir. Konuyu açtığı hocalarından biri kendisini iki aylığına Vatikan’a, şeytan çıkarma eğitimi almaya göndermeyi teklif eder. Bu öneriyi kabul eden genç yeni eğitimine başlar ancak bu konuda da şüphecidir. Şeytan tarafından ele geçirilme vakalarının psikolojik temelli rahatsızlıklar olduğunu düşünmektedir. Bu kurstaki hocası olan rahip de, şeytan çıkarma konusunda usta olan Peder Lucas’ı görmesini tavsiye eder.
Şeytan çıkarma konusunu işleyen bir korku filmi çekmek her zaman için riskli bir iştir. Zira bu konuda yapılmış en iyi film olan The Exorcist çıtayı oldukça yukarı çıkarmış durumda ve her yeni şeytan çıkarma filmi ister istemez bu filmle mukayese edilecektir. The Rite güzel başlayan bir film olsa da akıcılığını sürdüremiyor. Peder Lucas rolünde izlediğimiz Anthony Hopkins filmin lokomotifi olmasına rağmen yine de filmi kurtaramıyor. Gerçek olaylardan uyarlanan film maalesef vasat bir yapım olmanın ötesine geçememiş.
FİLM KRİTİK: Cadillac Records (2008)
Müzikal filmleri kendimce ikiye ayırırım: Cem Yılmaz’ın deyimiyle ‘ota boka dans edilen’ filmler ve müziğin filmin içine yedirildiği yapımlar. Cadillac Records da ikinci grupta yer alıyor. Blues müzik tarihinde önemli bir yeri olan Chess Records firmasının sahibi Leonard Chess ve buradan yetişen Muddy Waters, Little Walter, Chuck Berry, Etta James, Howlin’ Wolf gibi müzisyenler anlatılıyor filmde. Küçük bir “Blues tarihi belgeseli” olarak nitelendirilebilecek filmde hem ünlü Blues müzisyenlerinin hayatlarından bazı kesitler izliyor, hem de Blues’un Rock’n Roll’a evrimleşmesine şahit oluyoruz. Blues’a ilgisi olanların da dönem filmi sevenlerin de keyifle izleyeceklerini düşünüyorum.
BELGESEL KRİTİK: Earth 2100 (2009)
1 Mayıs 2011 Pazar
FİLM KRİTİK: Mr. Nobody (2009)
117 yaşında, ölüm döşeğinde, dünyadaki son ölümlü insanın geçmişiyle ilgili anlattıkları. Ya da 9 yaşında, geleceği hatırlayabilen (Evet, geleceği hatırlayabilen!) bir çocuğun anıları. Kelebek etkisi, yaptığımız tercihlerin geleceğimizi şekillendirmesi, sonsuz olasılıklar, zamanın akışı, paralel evrenler gibi alışılmışın dışında konulara yer veren; son derece keyifli, romantik bir film. Birkaç filmin iç içe olduğu hissi uyandıracak kurguda olan yapımı, sıradan olmayan bir film izlemek isteyen herkese şiddetle öneririm.
FİLM KRİTİK: 13 Assassins (2010)
Feodal Japonya’da barış dönemi hüküm sürmektedir. Ancak Shogun Doi’nin farklı bir anneden doğma kardeşi Lord Naritsugu anlamsız şiddet gösterileriyle halka zulmetmektedir. Zalim kardeşinin ileride güçlenmesi durumunda ülkedeki huzur ve barış ortamının tehlikeye gireceğini fark eden Doi, bu tehdidin ortadan kaldırılmasına karar verir. Fakat bir lord olan kardeşini açıktan açığa öldürtemeyeceği için çok güvendiği birkaç samuraya bu işi sessiz sedasız halletme görevini verir. Böylelikle bu intihar görevi için bir grup seçkin samuray bir araya toplanır. Durumdan haberdar olan Naritsugu’nun hizmetindeki samuraylar da efendilerini hayatları pahasına savunmak için tedbir alırlar.
Takeshi Miike, Japon sinemasının en üretken ve en nevi şahsına münhasır yönetmeni. Her yıl birkaç film çekmeden duramıyor. Kısa sürede film çekiyor oluşu sizi yanıltmasın, filmlerinin çoğu kalburüstü ve sıra dışı yapımlar. Örnek vermek gerekirse Quentin Tarantino’nun da ufak bir rol aldığı, western ve samuray filmi kırması Sukiyaki Western Django; zamanla külte dönüşen, sadizmin tavan yaptığı Ichi the Killer; David Lynch filmlerini ‘normal’ gösterecek denli tuhaf ‘yakuza’ filmi Gozu; bir müzikal olan The Happiness of Katakuris; görüp görebileceğiniz en garip filmlerden biri olan, hemen her türlü cinsel sapkınlığın yer aldığı Visitor Q; ürkütücü gerilim filmi Audition… Sanırım yönetmenin sinemasına yabancı olanlar genel bir fikir edinmişlerdir.
13 Assassins yönetmenin diğer filmlerine kıyasla ‘normal’ diye tabir olunabilecek bir film. Abartıya kaçmayan, eli yüzü düzgün, gerçekçi bir samuray filmi izlemek isteyenlere öneriyorum.
19 Nisan 2011 Salı
FİLM KRİTİK: Dream Home (Wai Dor Lei Ah Yut Ho) (2010)
Film Hong Kong’daki kişi başına düşen yıllık gelir ve ev fiyatlarından bahsederek başlamakta. Böylelikte ülkemizde olduğu gibi orada da ortalama bir gelire sahip maaşlı bir çalışanın ev satın almasının ne denli zor olduğunu öğreniriz. Cheng Lai de çocukluğundan beri hayalini kurduğu deniz manzaralı bir ev almayı takıntı haline getirmiş genç bir kadındır. Bunun için iki işte birden çalışmakta ancak yine de yeterli parayı biriktirememektedir. Zamanla bu hırsı genç kadına akıl almaz şeyler yaptırmaya başlar.
Beklediğimden daha güzel ve daha keyifli bir filmdi. Her ne kadar şiddet sahnelerine yer veren sıradan bir gerilim filmi gibi görünse de çıkış kaynağı son derece özgün. Hikâyesi ve konunun dramatik boyutu da farklı bir tat katmış. Uzak Doğu sinemasına ve gerilim filmlerine ilgi duyanlara öneririm.
FİLM KRİTİK: Somos Lo Que Hay (We Are What We Are) (2010)
İki delikanlı, bir genç kız ve annelerinden oluşan aile, babanın ölmesi üzerine, insan eti yemek suretiyle gerçekleştirdikleri ayini bundan böyle kendileri gerçekleştirmek durumunda olduklarına karar verirler. Ayinde kullanılacak ve yenecek insanı bulup getirme görevini gençler üstlenir. Bir yandan da polis, babanın cesedinin midesinden çıkan parmak sebebiyle soruşturma başlatır.
Aylardır merakla beklememe rağmen beni büyük bir hayal kırıklığına uğrattı bu film. Ne iyi bir korku-gerilim filmi olmayı başarabilmiş ne de iyi bir dram. Sıkıcı öyküsüne bir de ağır temposu eklenince film iyice katlanılmaz oluyor. Evet, ilgi çekici ve az işlenmiş bir konuya sahip olduğu doğru ancak tek başına bu, filmi izlenebilir kılmaya yetmiyor.
6 Nisan 2011 Çarşamba
ÇİZGİ ROMAN KRİTİK: 1602
“Marvel çizgi roman evrenindeki karakterler 400 yıl evvel yaşasalardı nasıl olurdu?” Bu sekiz sayılık mini seri işte bu soruyu yanıtlıyor. 1602 yılı İngilteresi’nde X-Men ekibinin bazı üyelerini, Daredevil’ı, Nick Fury’i, Dr. Strange’i ve daha nicesini görüyoruz. Tabii farklı isimler ve farklı görünüşlerle. Ancak güçleri aynı. Ve dünyayı tehdit eden, bilinmeyen bir güç var.
Oldum olası bu gibi alternatif hikâyeleri sevmişimdir. Böylesi özgün bir fikir bile tek başına bu serinin okunması için bir sebep. Ancak serinin senaristinin Nail Gaiman olması ister istemez insanın beklentisini iyice yükseltiyor. Güzel bir hikâye, güzel bir seri, çizimler ve kapaklar muhteşem. Yıllardır tanıdığımız-bildiğimiz karakterlerin o döneme uyarlanmış hallerini görmek çok keyifli. Ama dediğim gibi Sandman gibi bir seriye imza atmış Nail Gaiman gibi bir yazardan çok daha sağlam bir şey beklerdim doğrusu. Hele ki bir yerden sonra öyküye dâhil olan Captain America faktörü beni bu çizgi romandan iyice soğuttu.
Ne olursa olsun her çizgi roman okurunun muhakkak göz atması gerektiğini düşündüğüm bir eser.
http://www.gerekliseyler.com.tr/details.php?catid=36&pg=1&direct=1&urun=1883&tmd=120
3 Nisan 2011 Pazar
FİLM KRİTİK: Black Swan (2010)
“Bundan öncekiler kusurlu olduğu için kusursuzdu, bu ise kusursuz olduğu için kusurlu.”
Suskunlar – İhsan Oktay Anar
Nina, hırslı, yetenekli, mükemmel olma arzusunda genç bir balerindir. Bu hırsını büyük ölçüde, kendisine hamile kalması sebebiyle kariyerine genç yaşta son veren annesi kamçılamaktadır. Çalıştığı dans topluluğu yeni sezonda Kuğu Gölü'nü sergileyecektir. Gösteri yönetmeni baş balerin olarak, gösterinin her iki baş karakterini de canlandırabilecek derecede yetenekli bir balerini seçmek istemektedir. Öylesine yetenekli olmalıdır ki hem Beyaz Kuğu’nun saflığını, temizliğini, kırılganlığını hem de Siyah Kuğu’nun karanlığını, kötücüllüğünü, şehvetini, baştan çıkarıcılığını yansıtabilmelidir. Rolü aldığı andan itibaren takıntılı bir hazırlık dönemine giren Nina, sadece fiziksel değil, aynı zamanda büyük bir ruhsal yıpranma da yaşayacaktır.
Kendisini ilk filmi Pi'den beri takip ettiğim ve her yeni filmini merakla beklediğim, sıra dışı bir yönetmen Darren Aranofsky. Doğrusu The Wrestler'dan sonra kendisinden The Fountain gibi bağımsız ve nevi şahsına münhasır bir film beklemekteydim. Oysa ki karşımıza Oscar yarışında iddialı bir gişe filmi ile çıktı.
Usta yönetmen bu filminde bir nevi The Wrestler'daki öykünün tepetaklak edilmişini anlatıyor. Nasıl ki orada parlak günlerini çoktan geride bırakıp dibi bulmuş bir güreşçi eskisini anlattıysa; burada da zirveye doğru emin adımlarla ilerleyen, hırslı bir genç balerinin öyküsünü anlatıyor.
‘Kusursuz’ olma arzusundaki Nina’nın sırtındaki yük oldukça ağır. Bir yanda kendi yarım bıraktığı hayallerini tamama erdirmesini isteyen annesi var. Diğer yanda kusursuz bir performans elde edebilmek için kendisini kışkırtan sahne yönetmeni. Bir başka yanda ise yapacağı en ufak bir hatayı, yerini almak için fırsat bilecek, akbaba gibi bekleyen sahne arkadaşları. İşte böylesi bir psikolojik baskı altında ‘siyah’la ‘beyaz’ın raksını, ‘Yin’le ‘Yang’ın izdivacını izliyoruz.
İlk olarak Leon'daki efsanevi Matilda karakteriyle kalbimizi fetheden, sonrasında yeni Star Wars serisinde canlandırdığı Amidala ile gönlümüzdeki yerini perçinleyen Natalie Portman kariyerinin en iyi oyununu sergiliyor. Şaşırtıcı biçimde bu başarısı Oscar komitesi tarafından da verilen En İyi Kadın Oyuncu ödülüyle onaylandı. Oysa biz kendilerinden, bu filmdeki performansını görmezden gelip, seneye “Aman biz geçen sene ne halt ettik” paniği ile vasat bir rolüne ödül vermelerini bekliyorduk sıklıkla yaptıkları gibi.
Filmin muhteşem görsel atmosferinin ardında yatan en büyük etkense, The Wrestler hariç Aranofsky ile tüm filmlerinde çalışmış görüntü yönetmeni Matthew Libatique.
Son olarak belirtmek istediğim bir husus var: Evet, kesinlikle iyi, hatta çok iyi bir film. Hikayesiyle, görselliğiyle, oyunculuğuyla son derece başarılı bir yapım. Ancak kimi izleyicilerin tabir ettiği gibi ‘tüm zamanların en iyi filmlerinden biri’ de değil bence.
2 Nisan 2011 Cumartesi
FİLM KRİTİK: Hush (2008)
Genç bir çift yağmurlu bir akşamda araba ile yolculuk ederlerken bir anlığına önlerindeki kamyonun arksında tel kafese kapatılmış bir kız gördüklerini zannederler. Plakasını okuyamadıkları için polise tam olarak bilgi veremezler. Ne yapacaklarıyla ilgili ufak bir tartışma yaşadıktan sonra şoför koltuğundaki erkek takip etmeyerek bir benzin istasyonuna sapmayı tercih eder. Ancak şüpheli kamyonla yolları tekrar kesişir.
İlk bakışta bolca korku-gerilim klişeleriyle dolu gibi görünse de şaşırtıcı biçimde sürükleyici bir film. Evet, pek çok klişe kullanılmış ancak bu, rahatsızlık verecek biçimde yapılmamış. (Filmin tek rahatsız eden yönü baş karakterlerin itici ve ağır İngiliz aksanıydı.) Kimi zaman bazı bilindik gerilim filmlerini doğrudan çağrıştırdığı dahi oldu. (Örneğin Haute Tension, Hitcher) Gerilim filmi severlere öneririm.
FİLM KRİTİK: Darah (Macabre) (2009)
Altı arkadaş, içlerinden Avustralya’ya taşınacak evli bir çifti uğurlamak için bir barda toplanıtlar. Yiyip içip eğlendikten sonra vedalaşıp çifti havaalanına bırakıp yolcu etmek üzere arabalarına binerler. Ancak karşılarına genç bir kız çıkar. Soyulduğunu söyleyen genç kız kendisini evine bırakmalarını rica eder. Evine vardıklarında da yardım ettikleri için müteşekkir olduğunu ve annesiyle tanıştırmak istediğini söyleyerek gençleri eve davet eder.
Son derece vasat bir ‘şiddet pornosu’ filmi. Filmin görünürdeki tek amacı kesme-biçme, geriye kalan diğer her şey çok da bir anlam içermek zorunda değil. Endonezya yapımı film, Amerikan ve Avrupa yapımı benzerlerinden daha orijinal bir şey sunmuyor.
FİLM KRİTİK: The Warrior’s Way (2010)
Gelmiş geçmiş en büyük kılıç ustası olmak isteyen bir savaşçı, en büyük rakibini de ortadan kaldırarak bu amacına ulaşır. Ancak görevini layıkıyla tamamlamış olması için düşman klanın tüm üyelerinin ölmüş olması gerekmektedir. Fakat son hayatta kalan kişi küçük bir bebektir ve ne hikmetse bu hissiz görünüşlü savaşçı bu bebeğe kıyamaz. Ufaklığı da yanına alarak Amerika denen uzak ve yeni bir diyardaki, eksi bir dostunun yanına gider. Görevini tamamlayamadığı için kendi klanı peşindedir. Ayrıca arkadaşını bulma umuduyla gittiği Vahşi Batı kasabasına da bir grup kanunsuz dadanmış, kasabada sık sık terör estirmektedir.
Western türü ile Uzak Doğu dövüş filmleri ilk kez bir araya getirilmiyor olmasına rağmen yine de hoş bir fikir. Ancak film vaat ettiği kadar eğlenceli olmayı başaramıyor. Eldeki malzeme ile kesinlikle çok daha iyi, çok daha sürükleyici, çok daha başarılı bir film yapılabilirdi diye düşünüyorum. Yine de sıra dışı öyküsü ve yapısı itibarıyla bir kereye mahsus da olsa izlenmesinde fayda görüyorum.
FİLM KRİTİK: The King’s Speech (2010)
1925 yılı İngilteresi’nde her ne kadar Kral V. George hüküm sürse ve veliahdı büyük oğlu Edward olsa da, York Dükü olan küçük oğlu George’un da sık sık halk önüne çıkarak konuşma yapması gerekmektedir. Ancak sorun şudur ki Dük, özellikle kalabalık karşısında konuşurken kekelemektedir. Bir lider olarak halkı tarafından ciddiye alınmak için bu sıkıntısından kurtulması gerekmektedir. Konuşma uzmanlarından ve terapistlerden ümidi kesmiş olmasına rağmen eşi, tuhaf yöntemleri olan bir uzman bulur. Önceleri uzak bir ihtimal gibi görünse de babasının ağır hastalığı ve veliaht olan ağabeyinin hodbince davranışları kendisinin kral olarak başa geçme olasılığını gündeme getirir. Üstelik Komünist Rusya ve Nazi Almanyası’nın varlığı yaklaşan bir savaşın habercisidir ve bu kritik dönem güçlü bir lider gerektirmektedir.
Sesiniz var, ağzınız var, diliniz var ama konuşamıyorsunuz. Nefes almak kadar doğal ve kolaylıkla gerçekleştirdiğimiz bir şey, bir başkası için çok büyük bir sıkıntı. Bu insanın sıklıkla halka hitap etmesi gerekiyor ve meslek değiştirme imkânına da sahip değil. Gerçekten çok sıkıntılı bir durum.
İşte film de bu bunaltıcı vaziyeti aktarıyor. Malumunuz, bu yılki Oscar ödüllerinin büyük bir kısmını silip süpürdü. Eh, kendisine mazhar görülen bu itibarı büyük ölçüde hak eden bir film doğrusu. Daha önce pek dişe dokunur bir yapıma imza atamamış yönetmeni Tom Hooper’ın ilk büyük çıkışı. Başrollerde yer alan yılların tecrübeli isimleri Colin Firth ve Geoffrey Rush’a yan rollerde pek sevdiğimiz kişiler olan Helena Bonham Carter ve Guy Pearce eşlik ediyor.
FİLM KRİTİK: Kokuhaku (Confessions) (2010)
Öğrencilerin hiçbirinin hocayı takmadığı bir ortaokul sınıfında, öğretmen Yuko Moriguchi öğrencilerine bir veda konuşması yapmaya başlar. Öğretmenin küçük kızı yakın zamanda havuzda boğularak ölmüştür. Ancak Yuko, bunun zannedildiği gibi bir kaza olmadığını, o sınıfta bulunan iki öğrenci tarafından kasti olarak öldürüldüğünü açıklar. İsim vermeden zanlı öğrencilerden bahseder. Mahkemeye çıksalar bile yaşlarının küçük olması nedeniyle ceza almayacakları için polise başvurmadığını anlatır. Ancak işlenen suçun cezasız kalmasını da istememektedir. Bu sebeple bu iki küçük katile dünyada cehennemi yaşatmak için yaptığı şeyi söyler.
2010’un en sevilen Uzak Doğu filmi. Hemen hemen her izleyen tarafından çok sevildi. Evet, filmin hikâyasi gayet güzel, görüntü yönetimi şahane. Ancak filmi izlerken fazlasıyla sıkıldığımı hissettim. Bir noktadan sonra öykü akıcılığını ve inandırıcılığını kaybediyormuş hissine kapıldım. Belki de izlerken kafam başka bir yerde olduğu için böyle oldu. Ama yine de beklediğim seviyede bir film değildi.
FİLM KRİTİK: El Método (2005)
Büyük bir İspanyol şirketi üst düzey yöneticilik pozisyonu için iki kadın ve beş erkekten oluşan yedi kişilik bir grubu mülakata davet eder. Bu esnada şehrin sokaklarında da büyük çaplı küreselleşme karşıtı gösteriler düzenlenmektedir. Adaylara doldurdukları formda, hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadıkları Grönholm Metodu ile değerlendirilecekleri açıklanır. Gerçekten de bu metot, hepsi de iş dünyasında tecrübeli adayların daha önce karşılaştığı bir uygulama değildir.
Büyük bir kısmı tek mekânda ve kısıtlı sayıda kişi arasında geçen film yapmak zordur. Hele de bu film bir korku veya gerilim filmi değilse, gizemli bir yanı yoksa iş daha da güçleşir. Bu filmde de bir iş görüşmesi üzerinden hem iş dünyası üzerine birkaç kelam ediliyor, hem de insan psikolojisinin kimi karanlık yönleri sergileniyor. Baskı altında, mücadele ortamında insan davranışlarının ne şekilde değişiklik gösterebileceği görülüyor. Konusu ve oyunculuğu bakımından son derece başarılı buldum. Böylesi insan psikolojisini mercek altına alan yapımlara ilgi duyuyorsanız muhakkak bir göz atın.
FİLM KRİTİK: Zero 2 (2010)
Polis üniformaları giyen iki suçlu, bir takas esnasında çantayı ele geçirmeyi planlarlar. Ancak çanta kuryenin koluna kelepçelidir. Ayrıca tek aksilik bu değildir. Malı çalınan babalar, olayın izini sürmesi için adamlarını devreye sokarlar.
Mafya dünyası ile pembe dizi dünyasını iç içe sokmaya çalışan, Snatch tarzı çok karakterli yapıda, olayların ters gittiği, kaçmaca-kovalamacanın gırla gittiği, karakterlerin yollarının kesiştiği bir film. Ancak vaat ettiği kadar eğlenceli olmayı başaramıyor.
23 Mart 2011 Çarşamba
FİLM KRİTİK: Eden Lake (2008)
Genç bir çift olan Jenny ve Steve, baş başa romantik bir haftasonu geçirmek için göl kenarına giderler. İlk başta her şey güzel, ortam huzurludur. Derken beş-altı kişilik bir serseri grubu çıka gelir. Davranışları ve gürültüleriyle çifti rahatsız etseler de bir süre sonra çekip giderler. Ancak daha sonraki karşılaşmalarını bu kadar kazasız-belasız atlatmaları mümkün olmaz.
Uzun zamandır izlemek isteyip de bir türlü fırsat bulamadığım bir filmdi. Doğrusu ‘şiddet pornosu’ diye tanımladığımız türden, vasat bir film çıkacağını düşünüyordum. Ancak film klişe görünen hikâyesine rağmen sürükleyici ve gerilimli olmayı başarıyor. İzleyicinin sinirlerini gayet güzel geriyor. Şiddet, işkence ve kesme-biçme içeren gerilim filmlerinden rahatsız olmuyorsanız muhakkak izleyin.
FİLM KRİTİK: Ao, le dernier Néandertal (Ao, the Last Neanderthal) (2010)
Ao, mağarada kabilesiyle birlikte yaşayan bir Neanderthal insanıdır. Bir gün avdan döndüğünde kadını ve bebeği de dâhil olmak üzere tüm kabilesinin, başka bir kabile tarafından katledildiğini görür. Bunun üzerine çocukken ayrı düştüğü ikiz kardeşini bulmaya karar verir ve yola çıkar. Yolda farklı insanlar ve kabilelerle karşılaşır.
Sinemada pek işlenmeyen bir dönem olduğu için ilkel çağlarda geçen filmlere karşı hep bir ilgim vardır. Bu film de sadece benim gibi bu tür filmlere ilgisi olanların izleyebileceği, geçtiği dönem dışında fazla bir çekiciliği olmayan, sıradan bir film.