19 Nisan 2011 Salı

FİLM KRİTİK: Dream Home (Wai Dor Lei Ah Yut Ho) (2010)

Film Hong Kong’daki kişi başına düşen yıllık gelir ve ev fiyatlarından bahsederek başlamakta. Böylelikte ülkemizde olduğu gibi orada da ortalama bir gelire sahip maaşlı bir çalışanın ev satın almasının ne denli zor olduğunu öğreniriz. Cheng Lai de çocukluğundan beri hayalini kurduğu deniz manzaralı bir ev almayı takıntı haline getirmiş genç bir kadındır. Bunun için iki işte birden çalışmakta ancak yine de yeterli parayı biriktirememektedir. Zamanla bu hırsı genç kadına akıl almaz şeyler yaptırmaya başlar.

Beklediğimden daha güzel ve daha keyifli bir filmdi. Her ne kadar şiddet sahnelerine yer veren sıradan bir gerilim filmi gibi görünse de çıkış kaynağı son derece özgün. Hikâyesi ve konunun dramatik boyutu da farklı bir tat katmış. Uzak Doğu sinemasına ve gerilim filmlerine ilgi duyanlara öneririm.

http://www.imdb.com/title/tt1407972/

FİLM KRİTİK: Somos Lo Que Hay (We Are What We Are) (2010)

İki delikanlı, bir genç kız ve annelerinden oluşan aile, babanın ölmesi üzerine, insan eti yemek suretiyle gerçekleştirdikleri ayini bundan böyle kendileri gerçekleştirmek durumunda olduklarına karar verirler. Ayinde kullanılacak ve yenecek insanı bulup getirme görevini gençler üstlenir. Bir yandan da polis, babanın cesedinin midesinden çıkan parmak sebebiyle soruşturma başlatır.

Aylardır merakla beklememe rağmen beni büyük bir hayal kırıklığına uğrattı bu film. Ne iyi bir korku-gerilim filmi olmayı başarabilmiş ne de iyi bir dram. Sıkıcı öyküsüne bir de ağır temposu eklenince film iyice katlanılmaz oluyor. Evet, ilgi çekici ve az işlenmiş bir konuya sahip olduğu doğru ancak tek başına bu, filmi izlenebilir kılmaya yetmiyor.

http://www.imdb.com/title/tt1620604/

6 Nisan 2011 Çarşamba

ÇİZGİ ROMAN KRİTİK: 1602


“Marvel çizgi roman evrenindeki karakterler 400 yıl evvel yaşasalardı nasıl olurdu?” Bu sekiz sayılık mini seri işte bu soruyu yanıtlıyor. 1602 yılı İngilteresi’nde X-Men ekibinin bazı üyelerini, Daredevil’ı, Nick Fury’i, Dr. Strange’i ve daha nicesini görüyoruz. Tabii farklı isimler ve farklı görünüşlerle. Ancak güçleri aynı. Ve dünyayı tehdit eden, bilinmeyen bir güç var.

Oldum olası bu gibi alternatif hikâyeleri sevmişimdir. Böylesi özgün bir fikir bile tek başına bu serinin okunması için bir sebep. Ancak serinin senaristinin Nail Gaiman olması ister istemez insanın beklentisini iyice yükseltiyor. Güzel bir hikâye, güzel bir seri, çizimler ve kapaklar muhteşem. Yıllardır tanıdığımız-bildiğimiz karakterlerin o döneme uyarlanmış hallerini görmek çok keyifli. Ama dediğim gibi Sandman gibi bir seriye imza atmış Nail Gaiman gibi bir yazardan çok daha sağlam bir şey beklerdim doğrusu. Hele ki bir yerden sonra öyküye dâhil olan Captain America faktörü beni bu çizgi romandan iyice soğuttu.

Ne olursa olsun her çizgi roman okurunun muhakkak göz atması gerektiğini düşündüğüm bir eser.

http://www.gerekliseyler.com.tr/details.php?catid=36&pg=1&direct=1&urun=1883&tmd=120

3 Nisan 2011 Pazar

FİLM KRİTİK: Black Swan (2010)

“Bundan öncekiler kusurlu olduğu için kusursuzdu, bu ise kusursuz olduğu için kusurlu.”

Suskunlar – İhsan Oktay Anar

Nina, hırslı, yetenekli, mükemmel olma arzusunda genç bir balerindir. Bu hırsını büyük ölçüde, kendisine hamile kalması sebebiyle kariyerine genç yaşta son veren annesi kamçılamaktadır. Çalıştığı dans topluluğu yeni sezonda Kuğu Gölü'nü sergileyecektir. Gösteri yönetmeni baş balerin olarak, gösterinin her iki baş karakterini de canlandırabilecek derecede yetenekli bir balerini seçmek istemektedir. Öylesine yetenekli olmalıdır ki hem Beyaz Kuğu’nun saflığını, temizliğini, kırılganlığını hem de Siyah Kuğu’nun karanlığını, kötücüllüğünü, şehvetini, baştan çıkarıcılığını yansıtabilmelidir. Rolü aldığı andan itibaren takıntılı bir hazırlık dönemine giren Nina, sadece fiziksel değil, aynı zamanda büyük bir ruhsal yıpranma da yaşayacaktır.

Kendisini ilk filmi Pi'den beri takip ettiğim ve her yeni filmini merakla beklediğim, sıra dışı bir yönetmen Darren Aranofsky. Doğrusu The Wrestler'dan sonra kendisinden The Fountain gibi bağımsız ve nevi şahsına münhasır bir film beklemekteydim. Oysa ki karşımıza Oscar yarışında iddialı bir gişe filmi ile çıktı.

Usta yönetmen bu filminde bir nevi The Wrestler'daki öykünün tepetaklak edilmişini anlatıyor. Nasıl ki orada parlak günlerini çoktan geride bırakıp dibi bulmuş bir güreşçi eskisini anlattıysa; burada da zirveye doğru emin adımlarla ilerleyen, hırslı bir genç balerinin öyküsünü anlatıyor.

‘Kusursuz’ olma arzusundaki Nina’nın sırtındaki yük oldukça ağır. Bir yanda kendi yarım bıraktığı hayallerini tamama erdirmesini isteyen annesi var. Diğer yanda kusursuz bir performans elde edebilmek için kendisini kışkırtan sahne yönetmeni. Bir başka yanda ise yapacağı en ufak bir hatayı, yerini almak için fırsat bilecek, akbaba gibi bekleyen sahne arkadaşları. İşte böylesi bir psikolojik baskı altında ‘siyah’la ‘beyaz’ın raksını, ‘Yin’le ‘Yang’ın izdivacını izliyoruz.

İlk olarak Leon'daki efsanevi Matilda karakteriyle kalbimizi fetheden, sonrasında yeni Star Wars serisinde canlandırdığı Amidala ile gönlümüzdeki yerini perçinleyen Natalie Portman kariyerinin en iyi oyununu sergiliyor. Şaşırtıcı biçimde bu başarısı Oscar komitesi tarafından da verilen En İyi Kadın Oyuncu ödülüyle onaylandı. Oysa biz kendilerinden, bu filmdeki performansını görmezden gelip, seneye “Aman biz geçen sene ne halt ettik” paniği ile vasat bir rolüne ödül vermelerini bekliyorduk sıklıkla yaptıkları gibi.

Filmin muhteşem görsel atmosferinin ardında yatan en büyük etkense, The Wrestler hariç Aranofsky ile tüm filmlerinde çalışmış görüntü yönetmeni Matthew Libatique.

Son olarak belirtmek istediğim bir husus var: Evet, kesinlikle iyi, hatta çok iyi bir film. Hikayesiyle, görselliğiyle, oyunculuğuyla son derece başarılı bir yapım. Ancak kimi izleyicilerin tabir ettiği gibi ‘tüm zamanların en iyi filmlerinden biri’ de değil bence.

http://www.imdb.com/title/tt0947798/

2 Nisan 2011 Cumartesi

FİLM KRİTİK: Hush (2008)

Genç bir çift yağmurlu bir akşamda araba ile yolculuk ederlerken bir anlığına önlerindeki kamyonun arksında tel kafese kapatılmış bir kız gördüklerini zannederler. Plakasını okuyamadıkları için polise tam olarak bilgi veremezler. Ne yapacaklarıyla ilgili ufak bir tartışma yaşadıktan sonra şoför koltuğundaki erkek takip etmeyerek bir benzin istasyonuna sapmayı tercih eder. Ancak şüpheli kamyonla yolları tekrar kesişir.

İlk bakışta bolca korku-gerilim klişeleriyle dolu gibi görünse de şaşırtıcı biçimde sürükleyici bir film. Evet, pek çok klişe kullanılmış ancak bu, rahatsızlık verecek biçimde yapılmamış. (Filmin tek rahatsız eden yönü baş karakterlerin itici ve ağır İngiliz aksanıydı.) Kimi zaman bazı bilindik gerilim filmlerini doğrudan çağrıştırdığı dahi oldu. (Örneğin Haute Tension, Hitcher) Gerilim filmi severlere öneririm.

http://www.imdb.com/title/tt1093369/

FİLM KRİTİK: Darah (Macabre) (2009)

Altı arkadaş, içlerinden Avustralya’ya taşınacak evli bir çifti uğurlamak için bir barda toplanıtlar. Yiyip içip eğlendikten sonra vedalaşıp çifti havaalanına bırakıp yolcu etmek üzere arabalarına binerler. Ancak karşılarına genç bir kız çıkar. Soyulduğunu söyleyen genç kız kendisini evine bırakmalarını rica eder. Evine vardıklarında da yardım ettikleri için müteşekkir olduğunu ve annesiyle tanıştırmak istediğini söyleyerek gençleri eve davet eder.

Son derece vasat bir ‘şiddet pornosu’ filmi. Filmin görünürdeki tek amacı kesme-biçme, geriye kalan diğer her şey çok da bir anlam içermek zorunda değil. Endonezya yapımı film, Amerikan ve Avrupa yapımı benzerlerinden daha orijinal bir şey sunmuyor.

http://www.imdb.com/title/tt1447791/

FİLM KRİTİK: The Warrior’s Way (2010)

Gelmiş geçmiş en büyük kılıç ustası olmak isteyen bir savaşçı, en büyük rakibini de ortadan kaldırarak bu amacına ulaşır. Ancak görevini layıkıyla tamamlamış olması için düşman klanın tüm üyelerinin ölmüş olması gerekmektedir. Fakat son hayatta kalan kişi küçük bir bebektir ve ne hikmetse bu hissiz görünüşlü savaşçı bu bebeğe kıyamaz. Ufaklığı da yanına alarak Amerika denen uzak ve yeni bir diyardaki, eksi bir dostunun yanına gider. Görevini tamamlayamadığı için kendi klanı peşindedir. Ayrıca arkadaşını bulma umuduyla gittiği Vahşi Batı kasabasına da bir grup kanunsuz dadanmış, kasabada sık sık terör estirmektedir.

Western türü ile Uzak Doğu dövüş filmleri ilk kez bir araya getirilmiyor olmasına rağmen yine de hoş bir fikir. Ancak film vaat ettiği kadar eğlenceli olmayı başaramıyor. Eldeki malzeme ile kesinlikle çok daha iyi, çok daha sürükleyici, çok daha başarılı bir film yapılabilirdi diye düşünüyorum. Yine de sıra dışı öyküsü ve yapısı itibarıyla bir kereye mahsus da olsa izlenmesinde fayda görüyorum.

http://www.imdb.com/title/tt1032751/

FİLM KRİTİK: The King’s Speech (2010)

1925 yılı İngilteresi’nde her ne kadar Kral V. George hüküm sürse ve veliahdı büyük oğlu Edward olsa da, York Dükü olan küçük oğlu George’un da sık sık halk önüne çıkarak konuşma yapması gerekmektedir. Ancak sorun şudur ki Dük, özellikle kalabalık karşısında konuşurken kekelemektedir. Bir lider olarak halkı tarafından ciddiye alınmak için bu sıkıntısından kurtulması gerekmektedir. Konuşma uzmanlarından ve terapistlerden ümidi kesmiş olmasına rağmen eşi, tuhaf yöntemleri olan bir uzman bulur. Önceleri uzak bir ihtimal gibi görünse de babasının ağır hastalığı ve veliaht olan ağabeyinin hodbince davranışları kendisinin kral olarak başa geçme olasılığını gündeme getirir. Üstelik Komünist Rusya ve Nazi Almanyası’nın varlığı yaklaşan bir savaşın habercisidir ve bu kritik dönem güçlü bir lider gerektirmektedir.

Sesiniz var, ağzınız var, diliniz var ama konuşamıyorsunuz. Nefes almak kadar doğal ve kolaylıkla gerçekleştirdiğimiz bir şey, bir başkası için çok büyük bir sıkıntı. Bu insanın sıklıkla halka hitap etmesi gerekiyor ve meslek değiştirme imkânına da sahip değil. Gerçekten çok sıkıntılı bir durum.

İşte film de bu bunaltıcı vaziyeti aktarıyor. Malumunuz, bu yılki Oscar ödüllerinin büyük bir kısmını silip süpürdü. Eh, kendisine mazhar görülen bu itibarı büyük ölçüde hak eden bir film doğrusu. Daha önce pek dişe dokunur bir yapıma imza atamamış yönetmeni Tom Hooper’ın ilk büyük çıkışı. Başrollerde yer alan yılların tecrübeli isimleri Colin Firth ve Geoffrey Rush’a yan rollerde pek sevdiğimiz kişiler olan Helena Bonham Carter ve Guy Pearce eşlik ediyor.

http://www.imdb.com/title/tt1504320/

FİLM KRİTİK: Kokuhaku (Confessions) (2010)

Öğrencilerin hiçbirinin hocayı takmadığı bir ortaokul sınıfında, öğretmen Yuko Moriguchi öğrencilerine bir veda konuşması yapmaya başlar. Öğretmenin küçük kızı yakın zamanda havuzda boğularak ölmüştür. Ancak Yuko, bunun zannedildiği gibi bir kaza olmadığını, o sınıfta bulunan iki öğrenci tarafından kasti olarak öldürüldüğünü açıklar. İsim vermeden zanlı öğrencilerden bahseder. Mahkemeye çıksalar bile yaşlarının küçük olması nedeniyle ceza almayacakları için polise başvurmadığını anlatır. Ancak işlenen suçun cezasız kalmasını da istememektedir. Bu sebeple bu iki küçük katile dünyada cehennemi yaşatmak için yaptığı şeyi söyler.

2010’un en sevilen Uzak Doğu filmi. Hemen hemen her izleyen tarafından çok sevildi. Evet, filmin hikâyasi gayet güzel, görüntü yönetimi şahane. Ancak filmi izlerken fazlasıyla sıkıldığımı hissettim. Bir noktadan sonra öykü akıcılığını ve inandırıcılığını kaybediyormuş hissine kapıldım. Belki de izlerken kafam başka bir yerde olduğu için böyle oldu. Ama yine de beklediğim seviyede bir film değildi.

http://www.imdb.com/title/tt1590089/

FİLM KRİTİK: El Método (2005)

Büyük bir İspanyol şirketi üst düzey yöneticilik pozisyonu için iki kadın ve beş erkekten oluşan yedi kişilik bir grubu mülakata davet eder. Bu esnada şehrin sokaklarında da büyük çaplı küreselleşme karşıtı gösteriler düzenlenmektedir. Adaylara doldurdukları formda, hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadıkları Grönholm Metodu ile değerlendirilecekleri açıklanır. Gerçekten de bu metot, hepsi de iş dünyasında tecrübeli adayların daha önce karşılaştığı bir uygulama değildir.

Büyük bir kısmı tek mekânda ve kısıtlı sayıda kişi arasında geçen film yapmak zordur. Hele de bu film bir korku veya gerilim filmi değilse, gizemli bir yanı yoksa iş daha da güçleşir. Bu filmde de bir iş görüşmesi üzerinden hem iş dünyası üzerine birkaç kelam ediliyor, hem de insan psikolojisinin kimi karanlık yönleri sergileniyor. Baskı altında, mücadele ortamında insan davranışlarının ne şekilde değişiklik gösterebileceği görülüyor. Konusu ve oyunculuğu bakımından son derece başarılı buldum. Böylesi insan psikolojisini mercek altına alan yapımlara ilgi duyuyorsanız muhakkak bir göz atın.

http://www.imdb.com/title/tt0427582/

FİLM KRİTİK: Zero 2 (2010)

Polis üniformaları giyen iki suçlu, bir takas esnasında çantayı ele geçirmeyi planlarlar. Ancak çanta kuryenin koluna kelepçelidir. Ayrıca tek aksilik bu değildir. Malı çalınan babalar, olayın izini sürmesi için adamlarını devreye sokarlar.

Mafya dünyası ile pembe dizi dünyasını iç içe sokmaya çalışan, Snatch tarzı çok karakterli yapıda, olayların ters gittiği, kaçmaca-kovalamacanın gırla gittiği, karakterlerin yollarının kesiştiği bir film. Ancak vaat ettiği kadar eğlenceli olmayı başaramıyor.

http://www.imdb.com/title/tt1592292/