22 Temmuz 2011 Cuma
30 Haziran 2011 Perşembe
25 Haziran 2011 Cumartesi
FİLM KRİTİK: Insidious (2010)
Üç çocuklu genç bir çift yeni bir eve taşınır. Kısa bir süre sonra çocuklarından biri, doktorların açıklayamadığı bir koma durumuna girer. Bununla birlikte yeni evlerinde de tuhaf olaylar yaşanmaktadır. Genç kadın evin hayaletli olduğunu düşünmeye başlar ve başka bir eve taşınmaları gerektiğini söyler.
Konusuna bakınca sıradan bir tekinsiz ev hikâyesi gibi görünüyor. Evet, konu bakımından fazla orijinal olduğunu söyleyemem ancak son dönemde izlediğim en iyi korku filmlerinden biriydi. Film etkili atmosferiyle izleyiciyi germeyi başarıyor. Yönetmen koltuğunda Saw, Dead Silence, Death Sentence filmleriyle tanıdığımız James Wan oturuyor. Her ne kadar Hollywood korku klişelerinden olan ani ses efektiyle seyirciyi yerinden zıplatma durumu söz konusu olsa da genel olarak ortalamanın üzerinde bir korku filmi olduğu söylenebilir. Ancak tabii ki bir başyapıt da beklememek gerek.
21 Haziran 2011 Salı
FİLM KRİTİK: Sucker Punch (2011)
Genç bir kız annesinin ölümünden sonra üvey babasıyla arasında geçen bir arbede esnasında kız kardeşinin ölümüne sebep olur. Ölen karısının kızlarına bıraktığı tüm mal varlığına konmak isteyen üvey baba bunu fırsat bilerek kızı akıl hastanesine kapatır.
300 ve Watchmen filmleriyle gönlümüzde apayrı bir yeri olan yönetmen Zack Snyder maalesef yeni filmiyle fena halde çuvallamış. Yine çizgi romansı bir estetiğin benimsendiği filmde aksiyon ve görsellik ön plana çıkarken yönetmen konu ve karakter derinliğini ihmal etmiş. Sonuçta ortaya tatsız bir ürün çıkmış. Filmin dikkat çekici bir diğer yönü ise müzikleri. Aksiyon sahnelerine The Beatles, Björk, Queen, Eurythmics, Jefferson Airplane, Iggy Pop gibi isimlerin efsane şarkıları yeni yorumlarıyla eşlik etmiş. Ancak bu bile, izlediği filmde abartılı görsellik ve aksiyon dışında bir şey aramayanlardan başkasının sevebileceği bir film olmasına yetmemiş.
FİLM KRİTİK: The Eagle (2011)
Genç bir Roma Ordusu subayı olan Marcus Aquila, Britanya’da bir sınır karakolunun komutanı olarak görevlendirilir. Genç asker aynı zamanda yıllar önce Kuzey Britanya’da kaybolan 9. Lejyon’un komutanı olan yüzbaşının da oğludur. Kutsal Roma Kartalı’nın da lejyonla birlikte kaybolması yüzünden ailesinin adı lekelenmiştir. Marcus Aquila da özellikle tayinini istediği bu bölgede göstereceği başarılarla bu lekeyi silmeye niyetlidir.
Geçen yıl izlediğimiz 9. Lejyon’un hikâyesini anlatan Centurion’un bir nevi devamı niteliğinde. Roma dönemine ve özellikle Britanya’nın fethine özel bir ilgi duyduğum için izlediğim film oldukça vasattı. Özellikle başrol oyuncusu gayet yapay bir oyunculuk sergiliyordu. Savaş ve dövüş sahneleri fena değildi. Filmin tek güzel yanı müzikleri (Özellikle orijinalinin eski bir Kelt türküsü olduğunu tahmin ettiğim Edge of the World isimli şarkıyı muhakkak dinlemenizi tavsiye ederim) ve eşsiz doğa görüntüleriydi. Zaten Britanya kırsalını görüntülerken fazladan bir gayret harcamaya gerek yok. Ve tabii ki işgalci Roma medeni, işgale uğrayıp vatanını savunan insanlar barbar. Demek ki neymiş, binlerce yıl geçse de bir şey değişmiyor, tarih tekerrür ediyormuş.
Konuya ilgisi olmayanlar son derece sıkıcı bulacaktır muhtemelen. İzleyecekler ise beklentilerini en aşağı seviyede tutarak izledikleri takdirde keyif alabilirler.
16 Haziran 2011 Perşembe
FİLM KRİTİK: The Adjustment Bureau (2011)
Gelecek vaat eden genç politikacı David Norris, başarısızlığa uğradığı seçimlerin ardından bir kadınla tanışır. Her ikisi de birbirlerinden çok etkilenirler. İkinci karşılaşmalarında ise birbirlerine âşık olurlar. Ancak Norris ofisine gittiğinde, aslında görmemesi gereken tuhaf bir manzarayla karşılaşır. Ofisteki tüm insanlar donmuştur ve bir grup resmi görünümlü adam üzerlerinde bir takım işlemler yapmaktadır. Bu ajanlar genç politikacıya gördüklerinden kimseye bahsedemeyeceğini ve ayrıca yeni tanıştığı kadınla da bir daha görüşmemesi gerektiğini söylerler.
En sevdiğim bilim kurgu yazarlarından biri olan Philip K. Dick uzunca bir süredir sinema için verimli bir kaynak teşkil etmekte. Blade Runner, Total Recall, Minority Report gibi başarılı uyarlamaların yanı sıra Screamers, Impostor, A Scanner Darkly gibi vasat uyarlamalar da söz konusu.
The Adjustment Bureau da pek çok Dick uyarlaması gibi yazarın bir romanından değil de öyküsünden uyarlanmış. Adjustment Team adlı bu kısa hikâyenin ‘bir takım ajanların kadere ufak müdahalelerde bulunması’ fikri temel alınmış, gerisi ise yeniden yazılmış. Bu yeniden kurgulanma esnasında da içine mümkün olduğunca Hollywood tarzı aşk öyküsü katılmış.
İlk bakışta oldukça özgün ve merak uyandırıcı gibi görünen film, ‘tüm engellemelere rağmen birleşen âşıklar’ havasına büründükçe laçkalaşıyor. Dolayısıyla ne konu itibarıyla benzerlik taşıyan Dark City gibi iyi bir bilim kurgu olmayı, ne işlediği ‘değişken gerçeklik’ teması bakımından karşılaştırıldığı Inception gibi orijinal olmayı, ne de anlattığı fantastik aşk öyküsü açısından kıyaslandığı Eternal Sunshine of the Spotless Mind gibi güzel bir aşk hikâyesi olmayı başaramıyor. Başarısız Philip K. Dick uyarlamalarına bir halka daha eklenmiş oluyor sadece.
FİLM KRİTİK: The Boat That Rocked (2009)
“Hükümet olmanın en güzel yanı da bu işte. Bir şeyi beğenmezseniz, kolayca onu yasadışı yapacak yeni bir yasa çıkarabilirsiniz.”
1960’larda İngiltere’de BBC Radyosu günde sadece 45 dakika Pop müzik çalmaktadır. Ancak insanlar daha fazla Pop ve Rock’n Roll dinlemek istemektedirler. Bu sebeple günde 24 saat bu tarz müzik yayını yapan korsan radyolar ortaya çıkar. Yasalardaki bir boşluktan faydalanarak açık denizde demirlemiş gemilerden yayın yapan bu radyoların en meşhuru ise Radyo Rock’tır. Carl isimli genç de annesi tarafından, vaftiz babası Quentin’in sahibi olduğu bu radyo istasyonunun yayın yaptığı gemiye gönderilir. Bu esnada İngiliz Hükümeti de korsan radyoları ortadan kaldırmanın yollarını aramaktadır.
Her ne kadar bahsi geçen müzik türü tam olarak bana hitap etmese de keyifli bir film. Özellikle 60’ların İngiliz müziğini sevenlerin bayılacağı ve daha eğlenceli bulacağı bir dönem komedisi.
Bilmediği, anlayamadığı, düşünebilmekten uzak zihninin idrak edemediği şeyleri yasaklama yoluna giden insanlardan oluşan hükümetlerin dün radyo istasyonlarını yasaklarken 45 yıl sonrasında interneti sansürlüyor olması da pek şaşırtıcı değil doğrusu.
FİLM KRİTİK: Phobia 2 (Ha Phraeng) (2009)
Beş farklı Taylandlı yönetmenin çektiği, konu itibarıyla birbirinden bağımsız beş öykünün anlatıldığı bir korku filmi antolojisi. Keşiş Adayı isimli ilk öykü, annesi ve üvey babası tarafından keşiş olması için Budist rahiplerin arasına bırakılan genç bir çocuğu anlatıyor. Koğuş adlı ikinci öyküde ise motorsiklet kazası geçiren bir yaralının, bitkisel hayatta olan bir hastanın odasına yerleştirilmesi işleniyor. Sırt Çantalı Gezginler ise Tayland’da otostop yaparak gezen Japon bir çiftin hikâyesi. Kaza yapmış lüks arabaları onartarak kazasız ikinci el arabaymış gibi satan galeri sahibi bir kadın ve küçük çocuğu dördüncü hikâye olan Hurda’da anlatılıyor. Korku-komedi türüne dâhil edilebilecek Final Sahnesi ise antolojinin en eğlenceli öyküsü.
Anlatılan hikâyeler her ne kadar oldukça klasik ve sonu tahmin edilebilir olsalar da izlemesi oldukça keyifli. Hemen hepsi de ortalama bir korku izleyicisini gerecek seviyede. Benim favorim ise oldukça eğlenceli olan son hikâye.
FİLM KRİTİK: Los Ojos de Julia (2010)
Geçirdiği bir göz hastalığı sebebiyle görme yeteneğini kaybeden Sara yalnız yaşadığı evinde intihar etmiş olarak bulunur. Polis de dâhil herkes kör kalmasına bağlı olarak geçirdiği depresyonun genç kadını bu sona sürüklediğini düşünmektedir. Ancak kız kardeşi Julia aynı fikirde değildir. Kardeşinin intihar etmeyip bir cinayete kurban gittiğini ispatlamak için araştırmaya girişir. Bir yandan da kardeşinin kör olmasına sabep olan hastalık, Julia’nın da görme yetisini yavaş yavaş yok etmektedir.
İspanyol korku-gerilim filmleri çoğunlukla belli bir seviyenin üzerine çıkmayı başarsalar da nedense kusursuz olmayı beceremiyorlar. Bu filmde de durum aynı. Hikâyesi gayet güzel ve orijinal, yönetmen gayet iyi, filmi neredeyse tek başına sırtlayan başrol oyuncusu çok başarılı, görüntü yönetimi ve kamera kullanımı çok güzel. Ancak film ara ara sendeliyor, sürükleyiciliğini yitiriyor gibi geldi bana. İki saate ulaşan süresi daha kısa tutulsa çok daha iyi olabileceği kanaatindeyim. Yine de eli yüzü düzgün, kendini izleten bir gerilim.
9 Haziran 2011 Perşembe
FİLM KRİTİK: Battle: Los Angeles (2011)
ABD’nin çeşitli sahil kentlerine meteorların düşeceği tespit edilir. Bu şehirlerde yaşayan halk, ordu tarafından tahliye edilir. Meteorların Dünya atmosferine girmesiyle birlikte, aslında meteor olmadıkları anlaşılır. Yere inmelerinin ardından bu cisimlerden uzaylı varlıklar çıkmaya ve etrafı yakıp yıkmaya başlarlar. Askeriyenin de bu duruma müdahale etmesi gecikmez.
Filmin bir yerinde, işgal hakkında televizyonda “Bir yere kaynakları için giderseniz yerli halkı yok edersiniz. Sömürgeleştirmenin kuralı budur.” şeklinde bir yorum yapılıyor. Sanırım Battle: Los Angeles, Skyline, vs gibi uzaylıların işgalini anlatan filmlerin ardında, Amerikan halkının bilinçaltında yatan ortak korku yer alıyor: “Ya yüzyıllar önce yerli halkını katlederek ele geçirdiğimiz bu topraklar aynı şekilde elimizden alınırsa?”
Doğrusu yakın zamanda izlediğim, aynı konuyu işleyen Skyline kadar kötü bir film bekliyordum. Ancak film fena değil. Elbette yine kahraman Amerikan ordusu ve askeri klişeleri diz boyu. İki saate yaklaşan süresi daha kısa tutulabilirdi. Bir de sert asker hatun rollerinde sürekli Michelle Rodriguez’i görmek kabak tadı vermeye başladı. Bunların dışında aksiyonu bol, çatışması bol, bu tür filmleri sevenlerin sıkılmadan izleyebileceği bir film.