1986 yılında Alaska’da petrol çıkartmak için bir test kuyusu açılır. Ancak bu araştırmanın sonuçları hiçbir zaman açıklanmaz ve kuyu kapatılır. Bu olayın üzerinden 20 yıl geçtikten sonra, North isimli petrol şirketi ilk kuyuya yakın bir bölgede kendi kuyusunu açabilmek için izin almayı başarır. Gönderilen ilk ekip bazı araştırmalar yapmakla görevlidir. Petrol istasyonunun inşa edilebilmesi için getirilecek malzemeler, yapılacak buz yolları vasıtasıyla taşınacaktır. Fakat hava sıcaklığı, buzdan yolların yapılabilmesine imkan sağlamayacak denli sıcaktır. Elbette ki yaşanan tek tuhaflık bu değildir.
İlk bakışta The Thing’i anımsatsa da kendine has bir havası ve konusu var. Farklı bir gerilim hissi yaratmayı başarıyor. Ancak hikaye bazı yerlerde sarkmaya başlıyor ve akıcılığını yitiriyor, bir şeylerin eksik olduğu hissi uyandırıyor. Vasatın biraz üzerinde yer alan bir korku-gerilim filmi.
İki genç bir şehir efsanesi hakkında film yapmak istemektedirler. Yıllar önce birkaç soyguncu yüklü bir miktarda para çaldıkları bir soygun gerçekleştirmişlerdir. Soyguncular yakalanıp hapse atılmış, ancak paranın tamamı ele geçirilememiştir. Yaygın inanış, soygunculardan birinin parayı bir yere sakladığı yönündedir. Hapisten çıkan soyguncular paranın peşine düşerler.
Guy Ritchie tarzı, bol karakterli, işlerin yolunda gitmediği, soygun mevzulu bir film. Ancak onun ilk dönem filmleri kadar başarılı ve keyifli değil. Filme modern bir western havası hakim.
Neredeyse Avrupa’nın tamamını ve Ortadoğu’da Mısır’a, Doğu’da Karadeniz’e kadar olan toprakları ele geçiren Roma İmparatorluğu, Kuzey Britanya’da bir türlü ilerleyememektedir. Yerel halk olan Piktler, anlı şanlı Roma ordusunu, uyguladıkları gerilla taktikleri ile bozguna uğratmakta, ilerleyişlerini durdurmaktadır. Roma’nın Britanya valisi bu işi kökten çözmek için Piktler’in üzerine 9. Lejyon’u gönderir.
Filmi izlemeye başlamadan önce bir kez daha “işgalci olmasına rağmen haklı gösterilen taraf” olan bir film izleyeceğimi düşünüyordum. Her ne kadar mevzu Romalı lejyonerler tarafından gösterilse de tahmin ettiğim gibi “vahşi Piktler, kendilerine medeniyet getiren Roma’ya karşı çıkıyor” muhabbetleri yer almadı. Filmi izlerken yaklaşık iki bin yıl geçmesine rağmen “işgal eden-işgal edilen” temasında pek fazla bir şey değişmediğini görebiliyorsunuz. Keltler’in uzaktan akrabası olan Piktler’i özellikle uyguladıkları gerilla tarzı savaş teknikleriyle takdir ettim. Çok derinlikli, tekrar tekrar izlenecek bir film değil ancak eğlenecelik, hafif bir film olarak seyredilebilir.
Günümüz sinemasının en kendine özgü, en yaratıcı, en tuhaf yönetmenlerinden birisi Takeshi Miike. “Japonya’nın David Lynch’i” sıfatı bile yetersiz kalacaktır kendisini tanımlamada. Sıra dışı filmlere aşina sinefillerin dahi yadırgadığı bir sinema diliyle çektiği, izleyicinin içine girmekte zorlandığı çok sayıda filmi var. Ve neredeseyse bizim izleme hızımıza yakın bir hızda çekmeye de devam ediyor.
Henüz kendisiyle tanışmamış olup da nereden başlayacağını bilemeyen veya bir iki filmini izleyip de diğer filmlerini merak eden izleyiciler için, seyretmiş olduğum filmlerinin kısa kısa tanıtımlarını topluca yapmak istedim.
Sukiyaki Western Django (2007)
Eski Japonya’da geçen bir western. Küçük bir kasabada, birbirleriyle savaş halinde olan iki klan aynı zamanda gizli bir hazinenin peşindedir. Derken kasabaya bir yabancı çıkagelir.
İnsanlar cep telefonlarından tuhaf mesajlar alıp ardından ölmeye başlarlar. Muhtemelen yönetmenin en vasat filmi. Japon ve Uzak Doğu korku filmlerinin en revaçta olduğu dönemde, muhtemelen ticari kaygılarla çekilmiş, türün tüm klişelerini içeren, sıradan bir korku filmi.
Genç bir mafya elemanına, akıl sağlığını yitiren, yine aynı gruba üye manevi ağabeyini infaz etme görevi verilir. Genç, kendisine verilen görevi yerine getiremez ve ağabey ortadan kaybolur. Yönetmenin şimdiye dek izlediklerim arasında en absürd ikinci filmi.
Katakuri-ke no kofuku (The Happiness of Katakuris) (2001)
Katakuri ailesi şehir dışında bir pansiyon açar. İlk müşterileri intihar eder. Olayın duyulmasını istemedikleri için adamı bahçeye gömerler. İkinci müşterileri de sevgilisiyle kaçamak yapmaya gelen bir sumo güreşçisidir. Filmin aynı zamanda bir müzikal olduğunu da belirteyim.
Bir Yakuza lideri ortadan kaybolunca adamları da onu aramaya başlarlar. Bu araştırmanın başında da psikopat sıfatını sonuna dek hak eden, kayıp patronun sağ kolu vardır. İşi, başka bir Yakuza liderini kaçırıp işkence etmeye dek vardırır. Yönetmenin en çok bilinen filmlerinden biri, benimse ilk izlediğim Takeshi Miike filmi. Son derece sert, kanlı ve gore.
Tuhaf davranışları ve anormal seksüel eğilimleri olan bir aileye tanımadıkları bir misafir gelir. Film, izlediklerim arasında yönetmenin en absürd filmi. Ensest ve ölü sevicilik de dahil olmak üzere hemen her türlü cinsel sapkınlığa yer verilmiş. Film farklı okumalara açık. İsterseniz dejenere olan Japon aile yapısına bir eleştiri olarak alabilirsiniz veya türlü sıra dışılıkların yaşandığı Japon porno filmlerine bir eleştiri.
Sıradan bir polis-mafya hikayesi olarak ilerleyen bir film. Polis dedektifinin, kızının ameliyatı için yüklü miktarda paraya ihtiyacı vardır. Film son dakikalarına kadar normal bir seyirde ilerliyor, en sonunda Takeshi Miike yine kendi filmi olduğunu belli ediyor.
Orta yaşlı dul bir adam, yeniden evlenmeye karar verir. Ancak aklındaki gibi bir kadını nereden bulacaktır? Bir televizyon kanalında çalışan bir arkadaşı bir teklifte bulunur. Yeni bir program için seçmeler yapılacaktır. Görüşmelere kendisinin de gelmesini, bu şekilde istediği gibi bir kadın bulabileceğini söyler. Bu fikir adamın aklına yatar. Yönetmenin en sevdiğim filmi diyebilirim. Özellikle korku-gerilim seven herkese tavsiye ediyorum.
Sosyal Hizmetler görevlisi Emily (Renée Zellweger), anne babası tarafından şiddet gördüğü şikayet edilen Lilith isimli küçük kızın dosyasına bakmaktadır. Görüşmeye gittiğinde ailenin soğuk ve tuhaf davrandığını fark eder ancak ortada fiziksel şiddete dair bir iz yoktur. Buna rağmen vakayı takibe devam eder. Bir gece küçük kız telefon açar ve kendisine kötü bir şey yapacaklarından çok korktuğunu söyler. Polisle birlikte ailenin kapısına dayanırlar ve kızı ölmekten son anda kurtarırlar. Prosedüre göre küçük Lily’nin yanına evlatlık olarak verilecek bir aile bulunana kadar yurtta kalması gerekmekteridir. Ancak Emily kızı yanına alır.
Beklediğimden daha iyi bir korku-gerilim filmi. Özellikle Bridget Jones’ Diary filmleri sebebiyle zihnimizde romantik komedilerle özdeşleşmiş Renée Zellweger bir korku filminde hiç de fena durmamış. Hikayesi gayet güzel ve akıcı. Her ne kadar pek çok şey tahmin edilebilir nitelikte olsa da film kendini sıkmadan izletiyor. Keşke bir de küçük kızın adını Lilith koymasalarmış.
Lise öğrencisi Dave okulda kızların dikkatini çekemeyen, sokakta serseriler tarafından soyulan, ezik bir tiptir. Aynı zamanda bir çizgi roman okuyucusudur. Dünya üzerinde bu kadar çok çizgi roman hayranı olmasına rağmen bunca zamandır nasıl olup da kimsenin süper kahramanlığa soyunmadığını düşünür ve kendisi bunu gerçekleştirmeye karar verir. Hiçbir süper gücü olmamasına rağmen bu işi başarabileceğine inanmaktadır.
Filmi izlemeden önce Superhero Movie veya Hancock gibi gayet kötü ya da vasat bir süper kahraman komedisi izleyeceğimi düşünüyordum. Ancak sürpriz bir biçimde kesinlikle beklediğimin çok ötesinde bir film çıktı karşıma. Hikayesi, göndermeleri, referansları, esprileri, soundtrack’inde yer alan şarkılar son derece başarılı. Yan rolde izlediğimiz Nicholas Cage ve kızının filmdeki rolü çok güzel. Ortalama bir komedi filminde göremeyeceğiniz denli bol ve sert şiddet sahneleri mevcut. Filmi sadece bir komedi filmi veya süper kahraman/çizgi roman uyarlaması filmleri tiye alan bir yapım olarak düşünmeyin. Çizgi romanlara ve süper kahraman filmlerine ilgisi olan herkese ısrarla öneriyorum.
Genç bir kadın (Christina Ricci) sevgilisiyle yaşadığı bir tartışma sonrasında araba kazası geçirir. Gözlerini açtığında kendisini bir cenaze evinde bulur. Vücudunu kımıldatamamakta ancak etrafındakileri görüp duymakta ve konuşabilmektedir. Cenaze evinin sahibi (Liam Neeson) öldüğünü, onu bir tek kendisinin duyabildiğini ve birkaç gün sonraki cenaze töreni için annesinin istekleri doğrultusunda cesedini hazırlayacağını söyler. Genç kadın ilk başta öldüğüne inanmak istemez. Fakat zamanla bunun gerçek olduğunu kabullenmeye başlar.
Her ne kadar oyuncu kadrosu gayet sağlam, hikayesi enteresan gibi görünse de film bir yerden sonra sıkıcı olmaya başlıyor. Bunun sebebi de azami 35-40 dakikada anlatılabilecek bir Alacakaranlık Kuşağı öyküsünün yaklaşık iki saate yayılmış olması.
İlk filmde yaşanan olaylardan sonra Ip Man ailesiyle birlikte Hong Kong’a taşınır. Amacı burada bir dövüş okulu açarak hem kendine has dövüş stilini öğretmek hem de ailesinin geçimini sağlayabilmektir. İlk başlarda okulu için öğrenci bulmakta zorlanır. Sonrasında ise okul açabilmek için diğer okul sahibi hocalarla dövüşüp onları yenmesi ve derneklerine her ay aidat adı altında haraç vermesi gerektiğini öğrenir. Ip Man dövüşmekten kaçacak biri değildir ancak konu hak etmeyen kişilere para vermeye gelince bunu kabul etmez.
Kesinlikle ilk filmin havasının yanına dahi yaklaşamıyor. İlk filmin yakaladığı –muhtemelen pek de beklenmeyen- başarının ekmeğini biraz daha yiyebilmek için ticari kaygılarla çekilmiş bir film olduğu kanaatindeyim. Elbette yine gayet güzel gayet estetik dövüş sahneleri mevcut. Ancak ilk filmdeki gibi mütevazı olmaktan ziyade biraz daha abartılı sahneler. Hele ki bir boksörle bir kung fu üstadının dövüşmesi fikrini hala tuhaf ve zorlama buluyorum. Ip Man’in gerçek yaşam hikayesini incelemediğim için bu olayın gerçek olup olmadığını bilemiyorum ama “kendini beğenmiş Batılı boksör” ve “tevazu sahibi Çinli dövüş ustası”nın dövüşmeleri bana biraz kör göze parmağım mantığında geldi. İlk filmi beğendiyseniz muhtemelen bu filmden de hoşlanacaksınızdır fakat ilk filmin kalitesinde bir yapım beklemeyin.